Belediye otobüsünden yuvarlanır gibi indi. Cadde kalabalıktı. İnsanlar telaş içinde koşturuyordu. Güneş, yaratılışı gereği ayırım yapmadan yerküreyi sıcacık sarıyordu. Ağaçlar aralıklı olarak asker gibi dizilmiş doğayı seyrediyorlardı. Araba trafiği sel gibi akıyordu. “Dur, Durağı, yok bu şehirde. Devri daim dünyası, gelen gidiyor, gelen gidiyor. Rahatlık yeri değil, imtihan alemi. İmtihandan ne haber deseler, bilmiyorum halim nicedir.” diye geçirdi içinden derin derin nefes alarak. Yine de kendini teselli edemedi kadın. Yaşlı görmüyordu kendini. Değildi elbette. Her işini kendisi yapabiliyor. Hareketli , sağlıklıydı. Tek sorunu yalnızlıktı. Aslında görünürde bir yalnızlık da yoktu” Ağaçlar, gökyüzü, kuşlar bana arkadaş. Kendim de varım. Seccadem, tespihim, Kur’an’ım bana yetiyor. Allah’tan, başka ne isteyebilirim?” derdi çoğu zaman. Ne var ki gerçeği kendisi biliyordu. Neşeli, gülen yüzlü görünmesine rağmen içi kan ağlıyordu. Bir türlü kendisi olamıyordu. “Neden, neden kendim olamıyorum? Neden rol yapmak zorundayım? Hayır, hayır bu ben olamam. Ne olduğunu bilmediğim bir gariplik hissediyorum içimde. Kendime yabancıyım. Ah bir eski durumuma dönebilsem. Pısırıklığımdan, sessizliğimden kurtulabilsem, Nerede o bolluk! ipin ucu kaçtı bir kere, tutabilene aşk olsun.” Acıktığından değil, bir şey yapmış olmak için yerinden kalktı, dışarıya çıktı. Oralarda simitçi bulacağından emindi. Evet, köşede simitçi çocuk, sehpasına özenle dizdiği simitlerinin başındaydı. Susamları hafif yanık bir simit aldı salona döndü, yerine oturdu. Biraz önce simit yiyen kadınla gülüştüler ” Ne güzeller değil mi çıtır çıtır” dedi Makbule Hanım. “Evet acıkınca da insanın gözüne daha güzel görünüyorlar” diye cevap verdi kadın. Karşılıklı konuşmalar devam edecekti ama otobüsleri geldi. Aslında konuşmak istemiyordu. Ama aklından geçenleri, iç huzursuzluğunu anlayacaklar diye etrafındaki insanlarla iyi ilişkiler içinde olmaya çaba gösterirdi elinden geldiğince. Makbule Hanımın yeri otobüsün orta sıralarında pencere kenarıydı. Yani boştu. Hem memnun oldu hem olmadı. “Biri olsaydı, biraz laflardık” diye geçirdi içinden. Sonra da “Aman, boşver, konuşup da ne yapacağım. Boşboğazlık edebilirim. Böylesi daha iyi.” Dedi kendi kendine. Otobüs hareket ettiğinde de onun gözleri çoktan kapanmıştı. Bolu Dağlarının çam kokulu havası insanları hareketlendirmişti. Çoğu yolcu, çam kokulu serin, temiz havayı ciğerlerine çekmek için yolun kıyısında volta atıyor, bazıları telefon kuyruğunda bekliyor, bazıları aheste aheste çayını yudumluyor, bazıları kıtlıktan çıkmış gibi yemekle meşguldü. Makbule Hanım, yolculuk boyunca uyumuş ne etrafla ne de insanlarla ilgilenmemişti. Bu çam kokulu mola yerinde de hiçbir şey onun dikkatini çekememişti. Kendi içinde kendini yaşıyordu. Ya da yaşayıp yaşamadığının kararını vermeye çabalıyordu. Hiçbir zaman yalnızlıktan hoşlanmamıştı. Zaten, yolculuk arkadaşı bulmasının nedeni de buydu. Sohbet istiyordu. Her konuşma sohbet demek değildir. Kendi düşüncelerine uygun kafa dengi bir kişi olsa ona yeterdi. Birkaç kez yutkundu Makbule Hanım, bakışlarını başka yerlere çevirdi. Sanki bir an kaçacak bir yer aradı, ya da buhar olup uçmayı, toz olup savrulmayı istedi. Bunları birkaç saniyede düşündü ve kendine “bosver” dercesine yüzünü kadına dönüp gözlerini uzaklarda tutarak anlatmaya başladı: Oğlunu görmenin heyecanı, onun sevinç içinde ölümün soğuk kollarına atılmasına neden olmuştu. Kısa sürede bedeni ile birlikte duyguları da dondu. Ne düşündüğünü kimse bilemedi, Zaten bunun gereği de kalmadı.