Sunay, 12 Eylül 1962’de, Trabzon Maçka’da, Tülay Hanım ve Tuncay Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona “Şükrü Sunay” adını verdi. Dünyaya geliş serüvenini aslında en iyi kendisi anlatacaktı yıllar sonra. İlk görüşte aşkın tatlı meyvelerinden biri olarak dünyaya gelmenin tarifi, ancak bu kadar güzel yapılabilirdi. İşte şöyle anlatacaktı Sunay bu serüveni: “Ben kendimi Terzi Tuncay’la anlatıyorum. Trabzon’un en ünlü terzisiydi Tuncay Bey. Herkes ona elbise diktirmek isterdi. Bir gün 17 yaşında bir genç kız girdi dükkana, yanında annesiyle. Kız, bordo renkli bir ceket diktirmek istiyordu. Terzi Tuncay, siparişi kabul etti. Çünkü kız çok güzeldi. Kızı yalandan yere provaya çağırdı hem de kaç kez. Terzi Tuncay, bu güzel genç kıza aşık olmuştu. Uzun süren provalardan sonra o bordo ceket dikildi. Üç tane düğmesi o bordo ceketin işte ben ortanca düğmesiyim” Sunay’a göre, bu aşkın nişanesiydi bu ceket. İşte bu sebepten naifliğine yaraşır bir hareketle bu ceketi. Sunay, annesi sayesinde adeta bir kitap kurdu olarak büyüdü. Bu günlerine gelişindeki en önemli katkı, kuşkusuz annesine aitti. Çünkü Tülay Hanım, her okul dönüşünde çocuklarını en güzel elbiseleri içinde, en bakımlı haliyle beklerdi ve haftanın bir günü mutlaka kitap almaya giderlerdi. Komşuları bile biliyordu artık bu rutini. Sunay, öyle çok kitap okuyordu ki, sonunda kalemi de eline almıştı. İlk şiirini yazdığında henüz 7 yaşındaydı. Anne ve babasının odasındaki elbise dolabındaki boş duran tek askılığa yazmıştı şiirini. “Üşümüyor musun?” diye sesleniyordu yalnız askıya. Tutku dolu ruhu işte ilk o zaman, oracıkta çıktı açığa. 1984’te de bir şiiri ilk kez yayımlandı. O da sobanın içinde kütürdeyen odunu anlatıyordu. Sunay, nasıl başladıysa, öyle duygu yüklü devam etti. Benzetmeleri hep ilgi çekecekti. Sunay’ın hayalleri bambaşkaydı. Onun yolu başka, yokuşları başkaydı. Sadece kendi çocuklarını değil, ülkesindeki her bir çocuğun geleceğini dert ediyordu. İşte bugünün Sunay Akın’ı aslında bu hayalden doğdu. O, sadece bir şair olmayacaktı. Haftanın bir gecesi evindeyse, altısını Türkiye’yi gezerek, Anadolu’daki çocuklarla buluşarak hayalinin çıkış noktasını keşfetmeye hazırlanıyordu. Sunay, bundan yirmi yıl önce iş seyahatlerinden birini Almanya’ya yaptı. Nürnberg’de gezdiği oyuncak müzesi, bugüne dek kurduğu hayallerin karşılığı gibi duruyordu karşısında. Çünkü orada gezerken gezdiği sadece bir müze değildi. O, aslında çocukluğunda, geçmişinde kurduğu her bir düşün içinde gezintiye çıkmıştı. Bir antikacıdan beyaz oyuncak atını aldı, bindi ve ülkesine döndü. Çocukların beyaz atlı prensi olmak için attığı ilk adımdı bu. Eve döndüğünde bavulunu açmaya başladı Sunay’ın. Yıpranmasın diye gazete kağıdına sarılmış beyaz at ile ilk o zaman karşılaştı Belgin. “Bu antika oyuncakla ne yapacaksın?” diye sordu şaşkınlığını gizleyemeden. Sunay kararlılıkla, “İstanbul’da bir oyuncak müzesi açacağım. İşte bu da o müzenin ilk oyuncağı” dedi ve başladı yolculuk. Sonra gazete yazıları, kitapları, tiyatro gösterileri, radyo ve televizyon programından kazandıklarıyla antika oyuncaklar almaya devam etti. Öyle ki birkaç sene sonra evine sığmaz oldu bu oyuncaklar. Sonra anne ve babasının boş bir odasına yerleştirmeye başladılar. O gün, o odada İstanbul Oyuncak Müzesi doğdu aslında. Bundan sonra her yeni oyuncak aldığında anne ve babasının kapısını çaldı. Sonra o kapı, en anlamlı olacak tarihte, 23 Nisan 2005’te kapılarını gelip görmek isteyen herkese açtı. İnsanın hayalini kurduğu şeyi plana dökmesi, dünyaya geliş amacını keşfettiğinin en güzel göstergesi kuşkusuz. Kız Kulesi’ne duyduğu hayranlık, çocukların geleceğine duyduğu kaygı, oyuncak müzesi ve daha yapacağı birçok çalışmanın ışığında bir Sunay Akın geçiyor bu dünyadan…