İşsiz, güçsüz kaldığım gurbet ellerinde köşe pencerem, kendimce Abdülhak Hâmid’in “Kürsü-i temaşa’sı yerine geçerdi. Yabancı memleketlerde bir kasabaya sokulup uzun süre yaşamaktaki ezginliğin ne olduğunu bilir misiniz? Beş, on gün çarşı sokak gezdikten sonra, tanıdık yüz, alışabileceğiniz yer bulamamaktan bezer, odanıza girer, yalnızlığın içine sinersiniz. Çam dallarında sallanan bir tırtıl torbası gibi kafanızın içi, durmadan, gece gündüz kıvrılıp bükülen soğuk uyarımlı düşüncelerle dolu, kımıltılı, ağır, yüklüdür. Can sıkıntısının bir sesi vardır bunu ancak, böyle bir zamanda, o gurbet odasında duyarsınız: Eski mobilyaların tahtalarını dişleyen gizli kurtların sürekli çıkardığı kemirici, işleyici ses. Birden eskiyiveren gönlünüzde bu kurdu ve bu sesi işitirsiniz ve oyduğu delikten incecik tozların içinize biriktiğini duyarsınız. Eğer iradesiz bir adamsanız az zamanda çürüyüp çökmeniz pek olağandır. Ben çökmemek için köşe penceresinden ayrılmazdım köşe penceresinden dünyayı seyrederdim. Köşe penceresinden dünyayı seyretmek insana abartılı bir fikir gibi görünür. Bir pencere, sonunda bir sokağı, birkaç sokağı görebilir. Bir sokak ise dünyanın kaç milyarda biridir? Fakat böyle düşünmemeli: Büyük Okyanus’tan aldığınız bir bardak su, o geniş denizin trilyonda biri değildir ama bütün o ulu denizde bulunan elemanların bu minimini kadehte tam bir bileşimi vardır. Hatta kadehe de gerek yok… Bir damlası bile deniz üzerine bize bilimsel bir düşünce vermeye yetişir, Günde iki kere, Senegalli iri yarı, ürkütücü bir er -kardif kömüründen yaratılmış, et ve kasları ziftle yoğrulmuş bu ilginç kişi- onu zincirinden sıkı sıkı tutup hava aldırmaya çalışıyordu. Zincirden boşanıverse, kuşkusuz, önüne insan ve hayvan ne gelirse, neresi gelirse, hemen mengene gibi tuttuğunu bırakmaz, sert, yaylı çenesinde parçalandığını, koptuğunu göreceğiz. Hele bir kedi, bir köpek geçmiyor mu, “Juju” hırsından boğuluyor. Ne havlamalar, ne ulumalar, ne inlemeler. Sonunda, bir gün, bu korktuğum, beklediğim, merak ettiğim olay gerçekleşti Juju’nun zinciri, zencinin elinde kaldı. Köpek mancınıktan kurtulan bir taş gibi fırlamış, bir an içinde gözden kaybolmuştu. Arkasından yetişemediler, gittikçe uzaklaşan ve sokaklar arasında gittikçe sönerek yankılanan havlamalar, o kadar! Hava almaya çıkardıkları zaman, artık özgürlük eskisi kadar ona çekici görünmüyordu zinciri dayanılmaz bir yük gelmiyordu. Hatta, daha sonraları, askerin yanında bağsız dolaşmaya koyuldu ayakları dibinde zincirsiz ve uslu yürüyor, dünyaya filozof gözüyle, öfkeyle değil, düşünceli bakıyordu. Bu gözler, anlamaya başladığı dünyayı artık tartıyordu. O eski korkunç yaratık, zinciri çıkınca, basbayağı bir köpek olmuştu. Önceleri yanına yaklaşamayan mahalle çocukları etrafını sarıyorlar: Susu! Susu! diye alay ediyorlardı. Aldırmıyordu bile… Çünkü bütün gösterişini, kahramanlığını o kopmayacak sandığı zincire borçlu idi. İnanıyorum ki Juju’nun tasalı gözlerinden ara sıra, uzak, şanlı bir hatıra gibi bu zincir geçiyor, köpek, zincirini arıyordu…