Toy bir oğlandı. Memleketinden ilk dışarı çıkıyordu. Daha dünyada olup bitenlerden haberi yoktu. İstanbul’da hukuk fakültesinde tahsile başlamış, kendi küçücük dünyasında debelenip duruyordu. Her şey onun için yeniydi, her gün yeni bir şeyle karşılaşıyor, bazen intibak etmekte güçlük çekiyor, her şeye rağmen mutlu, hiç olmadığı kadar kendini hür ve bağımsız hissediyordu. Aile baskısı, okul disiplininin ağır yükü sırtından kalkmıştı. İlk ergenliğe girdiği yıllardı, onun bu ilk aşk macerasıydı.
O yıllarda, bilhassa da Anadolu’da kız-erkek ilişkileri bugünkü gibi değildi. Ne mahallede, ne de okulda kızlarla erkekler, bir araya gelmezdi. Hatta okul bahçesinde erkeklerin yeri ile kızların yeri birbirinden bir duvarla ayrılmıştı. Derslerde aynı dersliği paylaştıkları halde, teneffüslerde kızlar ile erkekler ayrı ayrı bahçelerde oynardı. Derse biraz geç gelecek, yanının boş olduğu bir gün, gidip kızın yanına oturacaktı. Üç gün üst üste derse biraz geç geldi, kızın yanı hep dolu oluyordu. Belki de onun gibi düşünenler de vardı, yanı hemen kapışılıyordu. Hesapladığı gibi çıkmamıştı, ne yapacağını bilmiyordu. Aklına bir şey geldi. Zaten dersi pek dinlemiyor, dinlese de bir şey anlamıyordu. Bunu fırsata çevirebilirdi. Bütün cesaretini topladı bir soru soracaktı “Konuları kavramakta zorlanıyorum, anlamını bilmediğim çok sözcük var.” dedi. Kız hemen yanıtladı “Önceleri bana da öyle geliyordu” dedi. Bir kitap tavsiye etti. Amerikan kütüphanesinden ödünç alabileceğini söyledi. Sevinçten oğlanın ayağı yerden kesilmişti, nereye bastığını, amfiden nasıl çıktığını bilemiyor, gözü kimseyi görmüyordu. Bir gün yemekhanede karşılaştılar. Artık resmiyet yavaş yavaş kalkıyordu, derslerin dışında, havadan sudan da konuşmaya başlamışlardı. Kızlar Çemberlitaş kız yurdunda kaldıklarını, Uşak’tan geldiklerini, ailelerinin orada yaşadığını söylediler. Oğlan da arkadaşları ile birlikte bir evde kaldığını ve ev işlerinin tahmin ettiğinden daha zor olduğundan filan bahsetti. İlerleyen zamanlarda her ikisi de birbirlerinden hoşlandıklarının ayırımına varmaya başlamışlardı. Oğlan artık açılmak gerektiğini düşünüyordu, ama bir türlü açılmaya cesaret edemiyordu. Gerçi ortada açılmayı gerektirecek bir durum da yoktu. Günün büyük çoğunluğunu beraber geçiriyorlar, aralarda beraber takılıyorlardı. Nereden bakarsanız bakın, ortada adı konmamış aşka benzer bir şey vardı. Yurtta doğru gidiyorlar, yolda oğlan konuyu açıyor. Ona kendisini ne kadar sevdiğini, en yakın arkadaş olduğunu söylüyor. Onayı aldıktan sonra, kendisini sevdiğini söyleyip sözü ona bırakıyor. O da ona “Ben de seni seviyorum” diyecek ve böylece leyla ile mecnun aşkı resmiyete kavuşacaktı. Çocukluk işte. Bir eczacının kızıydı. Oğlana göre daha varsıl bir aileden geliyordu. Oğlansa yoksul bir ailenin çocuğuydu, kendini iyi yetiştirmemiş, dar çevrede yetişmiş, dar görüşlü, tatillerde çalıştığı için teni güneşte yanmıştı, kara kura biriydi, İstanbul şivesini konuşmakta zorlanıyor, konuşmaları kulağa kaba saba geliyordu. Ortada bir konuşma, akit yoktu ama durum böyleydi. Oğlan cesaret edemediği için kimseye teklif edemedi, o da uzunca süre kimseyi kabul etmedi. Nedeni belki oğlan değildi ama o zamanlarda öyle düşünmek oğlanı mutlu ediyordu. Aradan yıllar geçtikten sonra, ilk aşk macerasını anlatırken ‘Öyleydi lan. Başka neden olacak.’ diyordu.
Oğlan kırk yıl sonra bir internet sitesinde ona rastladı. Balıkesir’de hakimlik yapıyordu. Hala kızlık soyadını taşıyordu (belki de kullanıyordu). Acaba dedi? Arayacaktı. Ya “Hiç evlenmedim.” derse ya da işin kötüsü onu hiç hatırlamazsa. Arayamadı. (alıntı)