Genç bir adamdı, en fazla yirmi dört, yirmi beşinde bu kadar tetikte ve gergin olmasaydı atının sırtında gençliğinin umursamaz zarafetiyle oturuyor olabilirdi. Siyah gözleriyle çevresini kolaçan ediyor, minik kuşların hop diye havalandığı çalı çırpı ve dalların en küçük bir kıpırtısını bile kaçırmıyor, ağaçlar ve çalılıklar arasında bir görünüp bir kaybolan hayallere göz kesiliyor, sonra bakışlarını yeniden iki yandaki ağaçların dibindeki çalı öbeklerine çeviriyordu. Sağını solunu kollarken, ağır topların batıdan, ta uzaklardan gelen gümbürtüsünü saymazsak sessizlik içinde ilerlemesine karşın etrafa kulak vermekten de alamıyordu kendini. Topların saatlerdir hiç ara vermeden sürüp giden gümbürtüsü o kadar tekdüzeleşmişti ki, ilgisini ancak top seslerinin kesilmesi uyandırabilirdi. Çünkü tümüyle görevine odaklanmıştı. Eyer kaşında bir karabina asılıydı. Sinirleri o kadar gerilmişti ki, atının burnunun ucundan bir bıldırcın sürüsü kalkınca, birden elinde olmadan irkilip dizginlere asıldı, karabinasını çekip aldı. Sonra utanarak sırıttı, kendini toplayıp yeniden yola düzüldü. Öyle gergindi, kendini yapmak zorunda olduğu işe öyle kaptırmıştı ki, gözlerinden akan terin burnundan aşağı süzülüp eyer kaşına damladığının farkında bile değildi. Süvari kasketinin şeridi tere batmıştı. Altındaki demir kırı at da kan ter içindeydi. Cehennem gibi bir günün boğucu öğle sıcağı bastırmıştı. Kuşlar ve sincaplar bile güneşten kaçıyor ağaçlar arasındaki gölgeliklere sığınıyorlardı. Artık vadiye inmiş olduğu için daha hızlı ilerliyordu yarım saat kadar sonra bir açıklığın kenarındaki kırık dökük bir parmaklığın önünde durdu burasının açıklık olmasından hoşlanmamıştı, ama yolu derenin iki yakasını çevreleyen ağaçlara doğru uzanıyordu. Önündeki açık alan en fazla dört yüz metreydi, ama oradan gitmeyi aklının ucundan bile geçirmiyordu. Dere boyundaki ağaçların orada belki bir, belki yirmi, kim bilir belki de bin tüfek pusuya yatmış olabilirdi. Kurumuş dudaklarına yapışmış çiçektozlarını ve toz toprağı yaladı, kafasını toparladı, silkinip kendine geldi ve atını alev alev yanan gün ışığına sürdü. Ortalıkta hiçbir kımıltı yoktu. Evin önünden geçip, dere kenarında uzanıp giden ağaçlar ve çalılıklara yaklaştı. Beynini çıldırtıcı bir düşünce kemiriyordu. Şimşek gibi gelen bir mermi her an bedenine saplanabilirdi. Bunu düşünmek kendini çok güçsüz ve savunmasız hissetmesine yol açıyordu eyerinin üstünde biraz daha büzüldü. Bir kuş da olabilirdi. Ama bekledi. Çalılıkların orada yeniden bir kıpırdanma oldu sonra birden çalılar aralandı ve bir yüz göründü, üstelik bu o kadar ani oldu ki genç adam korkudan az daha çığlık atacaktı. Kızıl sakalı haftalardır kesilmemiş bir yüzdü. Gözler mavi ve aralıklıydı, yüzün tümüne yayılan yorgun ve kaygılı ifadeye karşın gözlerin kenarlarında gülüyormuş izlenimi veren çizgiler görülüyordu. Aralarında beş altı metre var yoktu, o yüzden her şeyi en küçük ayrıntılarına kadar görebiliyordu. Üstelik bütün bunları karabinasını kapıp omzuna dayadığı anda görmüştü. Nişangâhtan baktı ve ölmüş sayılacak bir adama baktığını anladı. Bu kadar yakın mesafeden ıskalamak olanaksızdı. Ne ki, ateş etmedi. Karabinasını indirdi ve izledi. Bir mataraya uzanan bir el göründü ve kızıl sakal matarayı doldurmak için suya eğildi. Genç adam suyun lıkırtısını duyabiliyordu. Biraz sonra kol, matara ve kızıl sakal sık çalıların ardında kayboldu. Genç adam uzun süre bekledikten sonra, susuzluğunu dindiremeden, sürünerek atına geri döndü, gün ışığıyla yıkanan açıklığa sürdü ağır ağır ve az ötedeki ağaçlığa girip gözden yitti.