Bir imza vardı kitabın son sayfasında Mavi bir tükenmez kalemle yazılmış. Soldan Yukarıdan aşağı uzun bir kavis yapıp sonra birdenbire bir tavşanın kulakları gibi dik ve sivri bir “M” yi çiziktirmişti. “M” yi bir çembere benzer daire içine alıp sağdan aşağıya doğru uzanan çizgi hafif bir eğimle yükseliyor ve bu daireyi geçer geçmez birden geniş bir kavisle “M” nin altına kadar geri dönüyordu, çizgi ve yılan dilli bir bıçağın ucu gibi incelerek yok olup sonsuzluğa karışıyordu.
Onun hemen üzerinde birbirine paralel bir cetvelle çizilmiş kadar düzgün kırmızı iki çizginin hemen altında beni şaşırtan ve şaşırttığı kadar da düşündüren bir tarih vardı. “1 Mart 1992”
Bir şifre miydi bu tarih?
Bir Bilmeceyse eğer bu bilmeceyi tersinden hareket ederek çözmeliydim.
Torunum Işıl’ın adını kullanarak onun ağzından yazdığım : “ Bir torundan Büyüklere Masallar” adlı masalımsı denemeleri mi yazarken aynı yolu izlediğimden bu yolun nereye varacağını tahmin edebiliyordum.
Örneğin Oradaki Ali adını tersinden okuyup yazarak İla, Ayşe’yi de, Eşya olarak yazmıştım.
Bunu bu günlerdeki ülkemizin geri dönüş etkisi ve üzüntüsüyle Latin Harflerin soldan Sağa okunurken Arapça Farsça karışımı olan eski Alfabemizin sağdan sola doğru okunuyor olması ve bunun ülkemi için bir karşı devrim varsaymam biraz bilinçli de olsa daha çok içgüdüsel olarak yazdığımı da fark edip kendi kendime gülümsedim. Hatta gülümsemeyi bırakın kendi kendime kocaman bir Antika Aferin çektiğimi de hatırlıyorum şimdi…
Alkışlıyorum zaman zaman kendimi. Tabi ki zaman zaman terleyip cezalar da verdiğim oluyor.
İşte biraz da bu yüzden yazmayı seviyorum. Kendimi alkışlamak ya da ne bileyim ben en azından eleştirebilmek ve hatta kızmak için.
Sanat sanat diyoruz ya… Sanat alında sadece işte bu gerçeklik için yapılıp durmaktadır. Her şeyden önce siz kendinizi alkışlarsınız. Sonra da yavaş yavaş başkaları sizi alkışlar olur.
Yazdıkça çoğalır yalnızlığınız.
Bu tıpkı iki aşığın sevgilerini paylaşmaları için bir ev dolusu çocuğu yapmalarına benzer. Sonra o çocukların karınlarını doyurmaya sıra gelince anlar ana veya baba yalnızlığının kıymetini ya. Geçtir artık hem de çok geç.
Bazen sırf meraktan kitabı okumaya sondan en alttan en üste doğru ve ağdan sola okumaya çalışırım. Zordur tabii.
Mustafa Aslan Aksungur Öğretmenimizin Dantelli Kutu adlı Müstehcen Ata sözlerimizi bilmeyenler bu tarz okumayı da merak da etmezler zaten.
Anadolu’yu Babadolu’ya çeviriveriyor orada yazarımız.
Büyün bunları şunun için yazıyorum. Toplum Mühendisliği denilen bir şey var Ülkemizde kimselerin bilip farketmediği.
Bir zamanlar aynı silah bir gün sağcıların elinde bulunuyordu, bir gün sonra ise solculardaydı aynı silah.
Bunu Muhsin Yazıcıoğlu çok güzel anlatıp izah etmişti. Öldürülmeden az önce. Sonra birden bire yok edildi.
Hiçbir başarı bu kadar kolay elde edilmemiştir onu katleden tetikçilerce.
Tereyağından kıl çekmek diye bir anlatım vardır hani Türkçemizde…
“Önde Değilsen Yoksun” şuur altına işlenen, Tolum Mühendislerince. Öne çık da nasıl çıkarsan çık. Gelenekler, görenekler, çiğnenecekmiş… Eeee Olacak o kadar ama. Ar, Namus, Şeref… Geç onları. Sonra bir günün beyliği beylikler Tv.lerde.
Ne kalıyor bizim Türklüğümüzden geri ki Andımız için ağlıyor en aydın geçinenler görmüyorlar da yeni toplumun nasıl ve nerede şekillendiğini… Sızlanıyorlar durmadan.
Bilim ve sanat o kendi yolunda.
“Azrail olsan Can alamazsın”, sarhoşluğunda birileri ki durmadan görevini özelleştirip duruyor o Allahın Meleği bile.
Neler olup bittiğini sadece uzaktan seyredip kendi korumalarını çoğaltıyor hep birileri.
Sanata Tükürdükleri için oluyor bu biraz da. Çünkü İnanı anlamaya çalışmanın en kestirme yolu Sanatı anlamaktan geçiyor. Bunun Farkında bile değiller yazık.
Nasıl dı? “ Suretlerin girdiği yere Melekler Girmez.” İyi de birilerinin suretleri hemen hemen neredeyse yirmi dört saat evlerimizin içinde… Yalan mı. İşte o da ve onu görebilmek de bir sanattır. Ve sanat insanlar için ekmek kadar su kadar gereklidir.