Aşk imparatorluğunun öğretisinde: Göz muhabbeti.
Aşkla bakışan dört göz. Sanatçıların özellikle de ressamların üzerlerinde en çok çalıştıkları alanlardan biridir, gözler ve bakışlar.
Ayasofyanın tavanında meleklerin birbirlerine bakışmaları vardır ve uzanmaları tutunabilmek için. Bakışma sessiz fakat çok çok anlamlı bir eylemdir.
“Hey yarenler gelin görün
Ben yine oldum divane
Ne dünüm dün ne günüm gün
Bir ateştir düştü cane”
Yunus yılı ya dünyamızda. Bence de Yunus. Çünkü o bizdendir. Çünkü o İmparatordur. Yer yer ustası, yer yer de çırağı kabul edilen Mevlana şiirlerini oktur Ustaya. Usta der ki çok uzatmışsın çok. Ben olaydım: “Ete kemiğe büründüm- Yunus diye göründüm.” Der geçerdim demiş. Demiş de sonra kendisi de kitaplarını yazanların ön sözünde açıkladıkları gibi üç bin şiir yazmış. Ve Molla Kasım denen biri bu şiirlerinin binini yakmış. Binini de suya atmış. Ne zaman ki kendi adını yakalayıp okumuş işte o zaman onun usta olduğuna, ermiş olduğuna, olgunlaşmış olduğuna inanıp koruyup kollamış kalan şiirlerini. Haaa onlarında neredeyse üçte birine ulaşabilmiş bütün araştırmacılarımız. Gerisi gene kayıp!
Aşk da böyle bir şey işte. Eğer öyle olmasaydı herhangi bir sanatçının bir eserinin yüz yıllar sonra bulunup değerlendirilmesi yapıla bilir miydi?
Geçiverelim mi bir başka okyanusa?
“Karacoğlan derki heledir hele
Bakın şu bülbülün konduğu dala
Yarin çıkacağını bileydi yola
Irgat tutar eletirdim taşını…”
Hadi bakalım. Bu nedir bu? Bir sokağın taşının süpürülüp elenmesi de neyin nesidir? Aşk imparatorluğu değil mi bu?
Yollarına Güller dökmek nedendir sevgilinin? Sevgisini kazanmaya çalışmak değil mi?
Üremenin, çoğalmanın, soy sürdürmenin yanan ateşidir aşk. Bütün bütüne, dengi dengine olduğunun yazılıp söylenmesinin ardındaki sırdır. Bazı şeylerin her şeyden çok daha önemli olduğunu anlar zamanla bazı insanlar. Bazı insanlar diyorum. Keşke bütün insanlar diyebilseydim. O işin bile sanatla bir bağı, bir iç içeliği var.
Oysa her şeyleri birbirlerinin aynı olmasına karşın duyuları, duyguları farklıdır insanların. İşte bir sır daha öyle değil mi?
“Aşk İki kişiliktir.” Demiştir Bir şiirinde Ataol Behramoğlu. Sevgi bütün kapıları açan altın bir açkıdır. O sevgi aşka götürür inanları. Aşk imparatorluğunun da sırrı burada gizlidir. Paslanmış muhabbet mapusane kalelerinin ömürleri çürüten pis, rutubetli, çelik zincirlerle berkitilmiş küflü demir kapıları bile açar açıverir.
Yüzlerinden düşenlerin bin parça olduğu cebberrut gardiyan suratlıların bile bir melek tarafından sevilebilmesinin yaşama gülümseyerek pembe gül tomurcuklarının çiçeklenivermelerini buyurun siz anlatın isterseniz. Alimlerden Zalimler, Zalimlerden Alimler doğar. Ya da güzellerden çirkinler, Çirkinler den de ne kadar gerçek dünya güzelleri doğar. Etrafınıza bir bakıverin bunu hemen göreceksiniz.
Aşk, sevgi, Ölümü bile büyülü gücü karşısında gölge de bırakabilmektedir. Böylesine ulu, böylesine görkemlidir. İşte o sırrın arkasında da Dinler üstü bir ilişki yaşamaktadır. Aynen sanatta olduğu gibi. Yoksa nasıl açıklayacağız bunca ayrı ırktan, bunca ayrı dinlerden bir araya gelip evlenmeleri, Melezleşmeleri?
Ne korku, Ne din kırbacı, Ne polis copları, ne de domuzbağı işkenceleri solda sıfır kalıveriyor neden? İnsanlara o yolu gösteren Sanatçılar değil de kim?
“Kardeşlerim bakmayın mavi gözlü olduğuma.
Ben Asyalıyım, Afrikalıyım.” Deyiverir sonraları, gerisini biliyorsunuz.
Aşk imparatorluğu derken sevginin, Aşkın sınırsız yaptırım gücünden bahsediyoruz ya. Elimiz belimiz de kalıveriririz çoğu zaman. Yakalar düze çıkarır hoş görüsüyle işte o anlarda sanatçılar sizi. Acıların üstüne örümcek ağı örter bir el…
Tatlı canından bezdiğinde esamesi okun(a)maz aşkın. O ızdırap da bile yine kimden gelir teselli bilin bakalım?
“Bir derdim var, bin dermana değişmem.” Diyebilenlerden. Sanatçılardan. Tabii ki.