Cumhuriyetin ilanıyla başladık yüzyıla. 1923’te yepyeni bir ülke doğdu. Harf devrimi, kadınlara seçme-seçilme hakkı, laiklik, eğitimde reform derken... Atatürk’ün “muasır medeniyetler seviyesi” dediği hedefe doğru sağlam adımlarla yürüyüş başladı. Ama bu yürüyüş herkesin temposuna uymadı. Bazıları adapte olamadı, bazılarıysa zaten olmak istemedi.
1940’lara gelince, dünya savaş içinde yanarken biz "tarafsız" kaldık ama karneyle ekmek yedik. Varlık Vergisi gibi uygulamalarla bazı kesimler fazlasıyla ezildi. O yıllar, kimi için “zorunlu sabır”, kimi için “sessiz sefalet” demekti. Savaşmadık ama içten içe yıprandık.
50’lerde çok partili hayata geçtik. Demokrasi dedik ama ne olduğunu çözmemiz biraz zaman aldı. “Yeter söz milletin!” sloganıyla gelenler, sonra kendi sözlerinden başkasına tahammül edemez oldular. Sonrası mı? Darbe… 1960’ta ordu geldi, "biz buradayız" dedi. O günden sonra demokrasi hep diken üstünde yürüdü.
70’ler sağ-sol çatışmalarının, sokak kavgalarının, siyasi kargaşa yılıydı. Gençler fikirleri uğruna can verdi, devlet bir adım ileri iki adım geri attı. Ülke adeta ikiye bölünmüş gibiydi. Ekonomi çöktü, karaborsa yayıldı, kuyruklar uzadı. Benzin için sabahlayanlar, ekmek için sıra bekleyenler...
80’de yine darbe. Bu kez ordu sadece yönetime el koymakla kalmadı, ülkenin ruhuna da kelepçe vurdu. Yasaklar, işkenceler, idamlar... Bir nesil korkuyla büyüdü. Ama bir yandan da özel televizyonlar, Turgut Özal’ın girişimci vizyonu, dışa açılan ekonomi derken farklı bir kapı aralandı.
90’lar ise tam anlamıyla “kargaşalar çağı”ydı. Siyasi istikrarsızlık, faili meçhuller, ekonomik krizler ve bir türlü doymayan yolsuzluklar… Bir de “şehit haberleriyle” büyüyen bir kuşak var. Üzerine bir de post-modern darbe geldi. Demokrasinin adı vardı ama tadı yoktu.
2000’lerde işler başta umut vericiydi. Avrupa Birliği hayalleri, reformlar, ekonomik toparlanma derken halk biraz nefes aldı. Ama sonra ipin ucu yine kaçtı. Güç bir elde toplandı, denge ve denetim rafa kalktı. Medya sustu, muhalif sesler yavaş yavaş kısıldı. Demokrasi, bir vitrin süsüne döndü.
2010 sonrası toplumda derin yarıklar oluştu. Herkes “biz ve onlar”a bölündü. Referandumlar, seçimler, OHAL’ler, sosyal medya kavgaları… Her gün bir başka tartışma, her sabah başka bir krizle uyanır olduk. Güven duygusu azaldı. İnsanlar “ne olacak bu memleketin hâli?” sorusunu daha çok sormaya başladı.
Ekonomi desen bir o yana bir bu yana savruldu. Enflasyon, döviz, işsizlik… Gençler yurt dışına gitme hayalleri kurarken, kalanlar “nasıl ay sonunu getiririm?” derdine düştü. Tarım toprağı ekilmedi, sanayi ithalata bağımlı kaldı. Ama hep “büyüyoruz” dendi. Evet büyüdük belki ama borçla, dertle, ayrışmayla…
Cumhuriyetin ikinci yüzyılındayız. Geçmişin hatalarını sırtlanmış, geleceğe umutla bakmaya çalışan bir ülkeyiz. Hâlâ güçlü bir potansiyelimiz var, ama önce birbirimizi duymamız, anlamamız gerekiyor. Çünkü bu ülkenin asıl gücü tankta, parada ya da siyasette değil; halkının yüreğinde, emeğinde, aklında gizli. Yeter ki biraz samimiyet, biraz adalet ve biraz da ortak akıl olsun.