Doğa mevsimlerin dengesini şaşırmış durumda. Şöyle bir düşününce asıl dengesini yitiren biziz. Tüm dünyada alarm zilleri çalarken biz hâlâ kaloriferin derecesini ayarlamakla, mont giyip giymemeyi tartışmakla meşgulüz. Oysa bu sessizlik fırtınanın habercisi de kimse fark etmiyor.
Son yıllarda yaşadığımız felaketleri unutmadık, değil mi? Bir yanda kuraklık nedeniyle susuzluk çeken şehirler, diğer yanda bir gecede metrelerce yağan kar yüzünden kapanan yollar, taşan dereler, seller... Üstelik artık mevsimlerin bir takvimi kalmadı. Yazları serin, kışları sıcak yaşıyoruz ama hiçbirimiz bunun ne anlama geldiğini sorgulamıyoruz.
İklim krizi denince hâlâ bazıları burnunu kıvırıyor. “Abartıyorsunuz” diyenler, “Eskiden de böyleydi” diye anlatmaya çalışanlar... Nehirlerin kuruması, orman yangınlarının olağanlaşması, denizlerin çekilmesi, barajların boş kalması sıradan bir durum değil. Bu yeni normal değil, bu alarm durumu.
Konu açıldığında yetkililer “önlem alıyoruz” diyor. Ne güzel... Peki, nedir o önlemler? Birkaç fidan dikmek mi? Bir iki afiş asmak mı? Çocuklara “doğayı sev” yazılı tişörtler giydirmek mi? Samimi olalım, biz bu meseleyi sadece konuşuyoruz. Hareket etmiyoruz. Plan yapıyoruz ama uygulamıyoruz.
Tarımı konuşalım mesela... Toprağın çatladığı, çiftçinin suyunu tankerle taşıdığı bir ülkede hâlâ üretimden bahsetmek kolay mı? Göl ortasında balıkçı kayığı kalmış ama biz hâlâ “bereketli topraklar” edebiyatı yapıyoruz. Sulama kanalları yerine para kanalları inşa ettiğimiz sürece o topraklar da bizi besleyemez hale gelecek.
Şehirlerde nefes alacak alan kalmadı. Betonlaşmayı “gelişme” zanneden bir anlayışla doğayı katlettik. Her yağmurda taşan caddelerden şikâyet edip yine de her boş arsaya bir gökdelen daha dikiyoruz. İklim krizine karşı mücadele etmek yerine, onun zeminini hazırlıyoruz.
Enerji politikalarına bakalım… Yenilenebilir kaynaklara yöneliyoruz diyoruz ama hâlâ kömür santralleri bacalarını tüttürmeye devam ediyor. Doğalgazın pahalı oluşu konuşuluyor ama yalıtımsız evlerde, açık pencerelerle kombi yakılıyor. Ne doğayı, ne de ekonomiyi düşünerek yaşıyoruz.
En kötüsü de, bu krizin yükünü yine en savunmasızlar çekiyor: Çiftçi, işçi, yaşlı, çocuk, hayvanlar… Onlar ne karbon salımına katkı sağladı, ne de iklim politikalarını belirledi. Ama felaket geldiğinde en önce onlar etkileniyor. Bu adaletsizliği gören kaç kişi var?
Artık uyanmalıyız çok geç kalıyoruz… İklim krizi gelecek bir tehlike değil, şu an yaşanıyor. Çözüm için sadece devletin değil, bireyin de sorumluluğu var. Daha az tüketmek, daha çok paylaşmak, doğayı korumak zorundayız. Yarın çok geç olabilir sayın dostlar…