Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, bir varmış, bir yokmuş, uzaklarda bir yerlerde, yemyeşil bir ormanın kıyısına kurulmuş şirin, sakin ve küçük bir köyde yaşayan küçük bir kız çocuğu varmış. İnsanları genelde samimi, birbirini tanıyan, birbirine selam veren ve yardımsever halkı olan bir köymüş burası. Her gece köyün geniş ve çiçekli meydanlık alanında çocuklar toplanır ve milyonlarca yıldızın aydınlığı altında köy eşrafından bir ihtiyar çocuklara hikayeler anlatırmış. Uzun zamandır devam eden köydeki bu hikaye anlatma kültürü kuşaktan kuşağa aktarılarak sürdürülmüş. Küçük kıza hikaye dinlemek bazen çok keyifli gelirmiş bazen de bu hikayelerle bağlantı kuramadığı için sıkılır, ihtiyarlar hikaye anlatırken o bambaşka hayallere dalarak uzaklaşırmış. Mesela bazı hikayeler birbirine çok benziyormuş ve bu yüzden dikkatini veremediği zamanlar oluyormuş. Çünkü küçük kız hep yeni şeyler öğrenmek, yeni şeyler dinlemek istiyormuş. Yoksa dikkatini veremiyor ve sıkılıyormuş. Fakat bir gece ne olduysa olmuş hikaye anlatma sırası kendisine gelen ak sakallı bir ihtiyar tonton dede, değişik bir hikaye anlatmış. Hikayeden daha ziyade olmuş olan bir olayı tekrar hikaye etmiş. Anlattığına göre yıllar ve yıllar önce Hindistan’da yaşayan büyük İslam alimi İmam Rabbani bir şeyi bin kere de dinlese başka birisi aynı hikayeyi veya benzer konuyu yeniden anlattığında pür dikkat kulaklarını diker ve tüm dikkatiyle anlatan kim olursa olsun dinlermiş. Halktan biri bir gün dayanamayıp sormuş: “Acaba suyun altında şu kısacık zamanda geçirdiğim sürede Nil nehrinde sürüklendim de mi buralara kadar geldim?” diye düşünmüş. Çok vakit kaybetmeden misafirlerinin geleceği için hemen sudan çıkmış ama çıktığı bu kara parçası hiç de köyünün olduğu topraklara benzemiyormuş. Çıplak olduğu halde tüm kıyı boyunca bir oradan bir oraya koşturarak elbiselerini aramaya başlamış ama nafile. Saatler hızla geçmeye başladıkça endişelenmeye başlamış. Hem çıplak olarak dışarıda durması hem de misafirlerini bekletmiş olması, hem de sevgili hanımından yiyeceği tatlı azarı düşünerek gittikçe endişesi artmaya başlamış. O sırada çıktığı nehrin yakınından koyun ve inekleriyle geçen bir çobanı görünce olduğu yerde avret yerlerini kapatarak sesinin çıktığı kadar “acaba yanınızda fazladan üzerime örtebileceğim bir elbiseniz var mı? Sanırım kayboldum, elbiselerimi bulamıyorum” diye bağırmış. Ama derin bir nefes alarak sakinleşmeye karar veren adamcağız dilin farklılığının ve anlaşılmama gibi şeylerin kendisi için bir sorun olmadığını biliyormuş. İki insan bir araya geldiğinde velev ki konuştukları dil bambaşka bir dünyaya da ait olsa onları mutlaka iletişime ve uyuma sokabilecek birden çok kanalın var olduğunu, sadece bu kanalları fark etmesi, yeterli derecede dikkatini vermesi gerektiğini tecrübe ile biliyormuş. Adamcağız nefesini kontrol ederek sakinleşmiş ve gülümseyerek çobanın üzerindeki elbiseleri eliyle işaret ederek daha sonra elini kendi vücudu etrafında gezdirerek çıplaklığını yine işaret ve beden diliyle ifade etmeye çalışmış. Çoban da gülümseyerek kendi dilinde sağ elinin işaret parmağını şakağına götürerek anladım anlamında gülümsemiş. Sonra ışıldayan gözleriyle yıldızları ve ayı selamlayan küçük kızın gülümsemesi tüm yüzüne yayıldı, “Çünkü dikkatini vermiyordu, ayrıntıları sıradan, her gün duyduğu, baktığı günlük şeyler olarak görüp dikkat etmiyor, önemsemiyordu. Çünkü kendi kafasında yazdığı hikayeye çok inanmıştı. İnandığı bu hikaye hakikatini görmesini perdeliyordu. Yani aslında kendi kendine eziyet ediyordu. Ama karısını mutfakta görünce aslında tüm yaşadıklarının bir saat içinde gerçekleştiğini hayranlık ve şaşkınlık içinde fark etti. Çünkü artık görmeye, görebilmeye başlamıştı. Zaman içinde olan bambaşka bir zaman boyutunun varlığını bilmesi değil asıl olan ilk defa görmeyi ve fark etmeyi başarmasıydı. İşte o zaman anladı iyiliği, sevgiyi ve sevilmeyi gerçekten hak ettiğini…Çünkü artık görebilmeye ve düşünmeye başlamıştı. Çünkü sevilmeyi hak ediyordu ve sevginin gücü her zaman üstün geliyordu.”