TARİH TEKERRÜRDEN İBARETTİR

Her gün zam haberleri duymak, şirketlerin sürekli işçi çıkarttığını hatta bazılarının konkordato ilan ettiğini görmek, paramızın bu kadar hızlı değer kaybetmesi, çoğu kişinin aklında, ‘Bu ayın sonunu nasıl getireceğim’ sorusunun dolaşması beni oldukça derinden etkiliyor. Sürekli düşünüyorum kendi kendime, ‘Ne yapmalı da bu durumdan kurtulmalı’

Yine ‘Ne olacak bu memleketin hali’ diye düşündüğüm bir anda, kütüphanemdeki bir kitap dikkatimi çekti, “HALİL İNALCIK’IN MERCEĞİNDEN TARİH BİLİNCİ”

Kitabın sayfalarını karıştırmaya başladım.

“Sabah Gazetesi, Halil İnalcık ile Söyleşen: Nuriye Akman” 3 Nisan 2001

Başlığı dikkatimi çekti. Hemen okumaya başladım.

Gazeteci Nuriye Akman, Türkiye’nin yaşadığı en büyük ekonomik krizlerden birisi olan 2001 krizine ilişkin sorularını, tarihçilerin kutbu, Halil İnalcık’a soruyor, Prof. İnalcık’ta sorulara tüm objektifliğiyle cevap veriyordu.

Kitapta yazan bazı kısımları sizinle paylaşmak istiyorum.

“ … Osmanlı saltanatında patrimonyalizm esastı, yani padişah ülkeyi kendi mülkü ve halkı kendi kulları sayardı. Padişah, kanun koyucu, kanun nizam üstü bir otorite idi. Dolayısı ile idare, kurallara değil, kişisel ilişkilere bağımlı idi. Yüksek otorite sahibine yaklaşmak, onun nabzına göre şerbet vermek, dedikodu, gammazlık ve iftira, lütuf ve inayete erişmek, rakibi alaşağı etmek için başvurulan her araç siyaset sayılırdı. Buna karşılık modern devlet, yerleşmiş kurallara ve o kurallardan başka otorite tanımayan bir bürokrasiye dayanır.  Siyaset, objektif kurallar içerisinde belirlenir. Memleket 1839’da Koca Reşid Paşa’dan beri böyle bir iradeyi, bir anayasa rejimini kurmak için savaşmaktadır. Ama Osmanlı’yı, yerleşmiş geleneği, alışılmışları aşmak kolay görünmüyor. Koçi Bey gibi 17. Yüzyılda devlette bozulma sebeplerini inceleyen devlet adamları, baş suçlu olarak gösterdiler. Bugün de Türkiye bu bela ile çalkalanmıyor mu? Kişisel ilişkiler, dedikodu, siyasetin temel olguları şeklinde devam etmiyor mu?  … Günümüz Türkiye’sinin büyük sorunu siyasi iktidarsızlıklardır. Siyasi istikrarsızlığın kaynağı tabandan geliyor. Halkımızı iki zıt kampa ayırmakta siyasiler yarış halindedir.

…  Parti başkanlığı saltanatı, Türk siyasi hayatını bozan başlıca hastalıktır. Batı’da parlamentolar, büyük davaları özgürce savunan büyük hatiplere, vatansever liderlere bir platform hizmeti görmüşlerdir. Bizde sekiz-on yıldan beri değişmeyen parti başkanları buna imkan vermez. Parti başkanı, kendisine rakip olabilecek değerleri seçimde elemeye çalışır. Milletvekilleri, gelecek seçimde liste başına geçmek için başkana candan bağlı olduklarını göstermek zorundadırlar. Parti başkanının bütün kaygısı, etrafında yandaş bir grup yaratmaktır.  … Bugün kaht-i rical(Devlet adamı kıtlığı)’den şikayet etmekteyiz. Bunun başlıca sebebi, deneyimli ve cesur devlet adamlarını safdışı bırakmayı başlıca siyaset marifet sayan parti başkanlarıdır.

… Devletçe ve milletçe ölçülerini kaybetmiş bir toplum durumundayız. Zayıf, plansız bir devlet idaresi, lükse ve aşırı tüketime yönelen bir azınlık, enflasyon sonucu gelir dağılımında son derece haksız bir gelişme, enflasyon, yüksek faiz, rant ve spekülasyonla dengesi bozulan bir sosyal yapı, bütün bunlar bugünkü krizin derin kökenleridir. Bunları söküp atmaya kalkınca da bütün yapı sarsılacaktır, sarsılmaktadır. Devletimiz ve halkımız, Osmanlı rejiminde olduğu gibi sonunu düşünmeyen, borçla yaşayan bir mirasyedi gibi hareket etmektedir.

… Hesapsız kitapsız savurganlığa bir örnek vermek gerekiyorsa, araba saltanatına göz atmak yeter. Kamu sektöründe müsteşar yardımcılarına kadar, şoförü ile bir makam arabası tahsisi, devletin altından kalkılamaz savurganlığının bir misalidir. Aynı gösteriş ve savurganlık, talihli olan ufak bir azınlıkta da görülür.

… İtibarı makam ve gösterişte aramak, Osmanlı’dan gelme bir hastalıktır. Halkımız arasında ve kamu sektöründe rasyonelliğe yönelmek zorundayız.

… Kaynakları kısır, yapılanması noksan bir memlekette serbest piyasa ekonomisi, enflasyonist bir para politikası, bir taraftan ekonomik büyümeyi kamçılarken, öbür yandan servet dağılımını anormal bir sürece sürüklemiş, orta sınıf silinip gitmiştir. Bütün ekonomik sektörler, tarım, sanayi, hizmetler iflas halindedir. Soruyorsunuz, ‘Türkiye bu krizi atlatabilecek mi, yoksa kriz müzminleşecek ve bir çöküş dönemine mi gireceğiz?’ Tek kurtuluş yolunu şurada görüyorum: Devlet ve her Türk vatandaşı her şeyden önce yurt çıkarlarını düşünen bir seferberlik azmi içinde bilinçlenmeli, bunu bir hayat-memat sorunu gibi benimsemeli, Kuva-yi Milliye yıllarındaki gibi, bu umutsuz görünen yoldan çıkmak için savaşmalıdır”

Bunları okuduktan sonra aklıma direkt şu söz geldi,

Tarihi öğrenmeyenler, onu tekrar yaşamak zorunda kalırlar”