Abdi İpekçi Parkında yaz başı, cuma günü öğleden sonra saat beş suları…

Parkta, beni kendi içimin derinliklerine dalıp boğulmaktan kurtaran, oturduğum bankın altına sürünerek yaklaşan yaralı güvercin oldu. Yaralı güvercinin peşinden dört güvercin daha geldi. Bankın ayaklarından birinin kuytusunda kendini ve canını saklamaya çalışan yaralı güvercine diğerleri var güçleriyle saldırmakta ve sıra ile güvercinin tepesine çıkarak başını gagalamaktalar.

Gölgeme sığınan yaralı hayvanın başından aşağı kan sızdığını, kanatlarından birinin neredeyse kopmak üzere olduğunu ve sırtındaki tüylerin hain gaga darbeleri ile yolunduğunu sonradan fark ettim. Düşman bakışlı dört güvercini havalandırmak için elimi salladım ancak bir iki adım geri gidip durdular ve tekrar yaralı güvercine karşı hamle yapmaya başladılar. Oturduğum banktan kalkarak karşılarına dikildim, dövüşmek için kalıbınıza göre rakip seçin diye. Gurk, gurrrk diye savaş naraları atan güvercinler ağaç dallarında mevzilenip boşluğumu kollamaya başladılar.

Yaralı güvercinin biçareliğine mi üzüleyim yoksa bana sığınan güvercini yaralamaya çalışan diğerlerine mi kızayım? Yaralı güvercin ayaklarımın altında titriyordu. Mücadele etmekten, güçlü güvercinlerden kaçmaktan yorulmuş ve bitmişti. Gözlerinin kırmızılığı canlılığını yitirerek kiremit tozu rengini almıştı. Üzerinde gaga vurulmadık yer kalmamış, uzun telekleri kopmuş, kuyruğu ve başındaki tüyleri yolunmuştu. Savaştan arta kalan bedeni ile belki son dakikalarını yaşıyordu.

Yaralı güvercine elimi uzattığımda irkilerek geri çekildi. Haklısın yavru kuş, bu saatten sonra uzanacak hangi elin dost eli olduğunu bilemezsin, diye söylendim. Karşıdaki çay ocağından bir çay tabağı aldım, içine biraz su ve ekmek kırıntısı doldurdum ve yaralı güvercinin önüne sürdüm. Hiç oralı olmadı, köşesinde kendi içine dalmış gibi duruyordu. Can derdine düşmüşlerin karınlarını unuttuklarını aslında biliyordum…

Güvercinin gözleri, başının iki tarafına kaymaya başladı. Beni kendi içime dalıp boğulmaktan kurtaran can simidim şimdi kendi içine dalmıştı. Yaralı güvercini avuçlarıma alarak gözlerinin içine baktım. Biraz önceki olayı düşündüm. Güçlünün karşısında güçsüzün acizliğini. Güçlüler neden güçsüzleri yenmek zorundaydılar. Dünya kurulduğu günden bu yana kural hiç değişmemişti. Güçlüysen ayakta kalırsın, güçsüzsen ölürsün.

Bu yaralı güvercin de diğerleri gibi güçlü olsaydı, yem paylaşımında birilerine gaga sallayıp saldıracak kadar heybetli dursaydı, şimdi başına bunlar gelir miydi? Kafalarını ileri geri sallayarak, tüylerini kabartarak, kendilerine kabadayı pozlar takınarak yaralı güvercini kovalayan diğer güçlü güvercinler gibi olamadığından, şimdi benim avuçlarımda can çekişiyordu…

Avucumda narince tutmaya çalıştığım güvercinin yüreciğini başparmağımda hissettiğimde neden burada kendi içime daldığım aklıma geldi. Kendimden mi yoksa senden mi kaçıyordum? Yaralı güvercinleri kovalayan zalim güvercinler gibi beni yok etmeye başladığını anladığımda senden uzaklaşıp bu parka sığındım. Gözlerini bürüyen hırs, yüreğini saran nefret neden, nereden kaynaklandı? Çözebilmiş değilim.

Kendi derdimi bir anlığına unuttum. Yaralı dostumun, gözleri soluyor yüreciğinin atışları zayıflıyor. Başparmağımdan bir can çekiliyor. Gözlerim parkın meydanında topraktan göğe doğru uzanan işçi elleri gibi damarlı, işçi elleri gibi değerli iki ele takılıyor. Bileklerinden göğe doğru açılmış belki hesap soran, belki dua eden iki el… Gökyüzüne uzanan bu eller kimin?

Parkın simgesi elleri düşünürken tarih değişiyor. Abdi İpekçi 1979’un şubatında evinden çıkıyor. Yolda nereden doğrulduğu belli olmayan hain ellerin tuttuğu bir silahtan lavlar fışkırıyor. Abdi İpekçi’nin gözleri yavaşça kapanıyor, yüreciği duruyor. Onu neden, niçin vurdular? Hangi güçlülerin hangi haksız paylaşımına kalemiyle, yüreğiyle engel olmaya çalışmıştı. Bilemiyorum… Abdi İpekçi’nin elleri mi bu gökyüzüne doğru hesap soran?

Sorular sormaya başladığımda kendimi buluyorum. Dünyada ve parkta yaşam sürüyor. Farkına vardığım her şey, fark edilmeden yaşamaya devam ediyor.

Oturduğum bankın önünden geçen meczubun peşinden sürükleniyor gözlerim. Ayakları yalın, saçları darmadağın, avurtları çökmüş, başı önüne düşmüş kayıp gidiyor gözlerimin önünden. Hastane pijamasının üzerine saldığı eflatun rengini andıran kirli kazağının yarı yerine kadar sallanan memeleri ve sakalları gelmiş yüzü ile hangi cinsiyeti temsil ettiği belli olmayan kimliği ile geçip gidiyor. Kimler incitti kim bilir bu meczubun yüreciğini?

            Başka insanlar, başka yürekler geçiyor, gözleri yerde. Kim bilir yürekleri kimlerin elinde?  Mutluluk, elleri kıvrak ve bacakları tez uzaklaşmış bu insanların yaşamından.  Mutsuzluk okunuyor bir bir yüzlerinin derin sayfalarında.

            Yavru güvercinin, Abdi İpekçi’nin, başı önüne eğik insanların ve gözlerimle birlikte yitip giden meczubun yaşadıkları ile karşılaştırılabilir mi senin bana yaptığın?

            Soru taşları ile örülmüş soğuk bir binadan geçiyor ruhum. Güçlünün elinde heba olmak zorunda mı yürekler?             Sen ne yaptın? Beni terk edip gittin… Kanadımı düşürdün, yüreğimi deştin hain ellerinle. Sitem etmiyorum, isyan etmiyorum ne sana ne ellerine.

            Abdi İpekçi Parkı’nda göğe doğru uzanan betondan eller daha insancıl ve şefkatle kucaklıyor kırıp bıraktığın yüreğimi. Gözlerimi dışarıya kapatıyorum, içimde başka bir aydınlık. Parkın fıskiyelerinden su sesi yüreğime kadar doluyor.

            Oturduğum banktan kalkarak avucumdaki güvercinin zayıf bedenini bir ölüye yakışan saygı ve yavaşlıkla çalıların dibine usulca bırakıyorum. Hiçbir alıcı kuş onun ruhuna zarar veremez.

            Abdi İpekçi’yi saygıyla anıyorum içimden. Hiçbir zalim Abdi İpekçi’yi bir daha vuramaz.

            Bana diğer insanlardan daha yakın gelen meczubu düşünüyorum. Hiçbir insan bu meczubu bundan sonra incitemez.

            Ve seni düşünüyorum. Beni ancak bir kere terk edebilirsin.

            Yürüyüp gidiyorum Abdi İpekçi Parkı’nın içinden. Hayata, senden önce bıraktığım yerden devam etmek üzere…