Bana, ikizlerden biri olarak deneyimlerimde, hepimizin aşina olduğu doğa kanunlarının açıklayamadığı herhangi bir şey gözlemleyip gözlemlemediğimi soruyorsunuz. Bunun kararını verecek olan sizsiniz belki daha doğa kanunlarının hepsine aşina değilizdir. Belki siz de benim bilmediğim bazı kanunları biliyorsunuzdur ve bana açıklanamaz gelen şeyler sizin için açık seçik bir anlam ifade edebilir. Kardeşim John’u tanırdınız, yani benim ortalarda olmadığımı bildiğiniz zamanlarda onu tanırdınız, ama ne siz ne de fikrimce başka biri, benzer görünmeye karar verseydik ayırt edemezdi bizi. Ailemiz bile ayırt edemezdi bizimkisi birbirine bu kadar çok benzeyen iki insana dair bildiğim tek örnek. Kardeşim John’dan bahsediyorum, ama onun isminin Henry, benimkininse John olmadığından hiç emin değilim. Dini kurallara uygun şekilde vaftiz edildik, ama sonra, tam bize küçük ayırt edici işaretlerle dövme yaparken operatör şaşırdı ve benim önkolumda küçük bir “H”, onunkindeyse “J” olmasına rağmen, aslında harflerin yerlerinin değiştirilip değiştirilmediği hiçbir şekilde kesin değil. Ergenlik çağımız boyunca ailemiz, kıyafetlerimizle diğer bazı basit aksesuarlar aracılığıyla aramızdaki farklılığı daha da belirginleştirmeye çalıştılar, ama düşmanın bu girişimlerini kıyafetlerimizi değiştirip o kadar sık kösteklerdik ki, bu türden boş çabaları hepten bıraktılar ve evde hep beraber yaşadığımız yıllar boyunca herkes, durumun zorluğunu kabullenip, yapabileceklerinin en iyisini yaparak ikimize de “Jehnry!” dediler. Babamın, değersiz suratlarımızı belirgin bir şekilde dağlamamak için gösterdiği sabır, beni sık sık şaşkına çevirmiştir, ama tahammül edilebilecek ölçülerde iyi evlatlar olduğumuzdan ve utanç verip can sıkma gücümüzü övgüye değer bir alçakgönüllülükle kullandığımızdan, dağlanmış demirden paçayı yırttık. Aslına bakılırsa babam, tek kelimeyle iyi huylu bir adamdı ve sanırım bunu dile getirmese de, doğanın oynadığı bu eşek şakası onu pek eğlendiriyordu. Sonraki gün telaşla kardeşimin çalıştığı yere gittim ve onunla, toplamaya çıktığı faturalar elinde, ofisten çıkarken karşılaştım. Ona, nasıl söz verip “taahhüt altına soktuğumu” anlattım ve eğer randevusuna gitmek istemezse, oymuş gibi davranmaya memnuniyetle devam edeceğimi söyledim. Bu iki yabancıyı gizlice gözetlememin nedensiz olduğunu asla kabul etmiyorum. Utanmam gerekip gerekmeyeceği, bu sırrın peşinden gidecek türde bir kişinin karakteriyle ilgili varsayımlarıma göre belli olacaktı. Sorunuz sonucunda anlatılan bir öykünün hayati bir öğesi olarak, burada hiç tereddüt etmeden ve utanç duymadan anlatılmaktadır. Orada neler olduğunu biliyorsunuz, sevgili dostum. İçtiği zehirden saatler önce ölen Julia Margovan bir odada yatmaktaydı diğer bir odada ise, göğsünde kendi açtığı kurşun yarasıyla kan kaybeden John Stevens. Ben odaya dalıp, doktorları bir kenara iterek elimi alnına koyar koymaz gözlerini araladı, boş gözlerle baktı ve göz kapaklarını ağır ağır kapayarak öldü. Herhangi bir amaç gütmeden ayağa kalkıp karşısında durdum. Kafasını kaldırıp yüzüme dimdik baktı. Yüzüne ne kadar bedbaht bir değişimin çöktüğünü kelimelerle anlatmam mümkün değildi. Bir dehşetin yansıması vardı bakışlarında bir hayaletle göz göze geldiğini sanıyordu anlaşılan, ama yürekli adamdı doğrusu. ‘Tanrı belanı versin John Stevens!” diye haykırarak titreyen kolunu havaya kaldırıp kuvvetsiz yumruğunu yüzüme vurdu ve ben oradan uzaklaşırken, yerdeki çakılların üstüne kafa üstü yuvarlandı. Biri onu orada bulmuş, bulunduğunda mezardakiler kadar ölüymüş. Hakkında başka hiçbir şey bilinmiyor, ismi bile. Bir adam hakkında, öldüğünün bilinmesi yeterli olsa gerek.