Erzurum’dan çıkıştan 20 km sonra asfalt bitince stabilize yolda, kamyon yavaşladı ve sarsıntılar arttı. Bazen bir koyun gelip ayaklarıma çarpıyordu. Bazen çuvalların üstüne savruluyordum. Güya medeni kanuna göre insanlarla hayvanların bir arada taşınması yasaktı.
1964 yılının Eylül başları orta Anadolu’da doğa, daha yaz aylarını andırırken Erzurum’da sonbahar kendini iyice hissettiriyordu. Hasankale ovasında sarıya çalan solgun yeşilin tonları hakimdi. Ovada insanlar pancar patates kazıyor, ekinler daha yeni hasat ediliyordu. Ova dümdüz ve yeşili solgun da olsa çok canlı bir yaşam sergiliyordu.
Hasankale hem tren ve hem de Trabzon-İran transit yolu gibi dönemine göre çok iyi bir karayolu üzerinde ve Erzurum’a 40 km uzaklıktaydı. Yine o zamana göre 10 bine yakın nüfusu ile büyük bir şehir sayılırdı. Çünkü o zaman birçok ilin bile nüfusu 10 binden azdı. Patates ve pancarı, kaplıca ve maden sularıyla da meşhurdu. Yani bir öğretmen için ideal bir yerdi. Onun için tayini Hasankale’ye çıkanları çok şanslı sayıyor ve bir bakıma kıskanıyorduk.
Hasankale’den sonra 20 km kadar daha İran transit yolu üzerinde gittikten sonra Köprüköy’de biz sağa dönerek Muş yoluna girdik. Aras nehri köyün içinden geçiyor ve Muş yolu buradan sağa ayrılıyordu. Yol Aras Nehrini tarihi Çoban köprüsünün üstünden geçiyordu.
Tarihi köprünün girişinde kamyon durdu. 15 dakika ihtiyaç molası verildi. Herkes kamyondan indi. Köprünün ayakları arasına dağılıp ihtiyacını giderdi.
1964 yıkının Eylül ayı, Aras’ın sularının azaldığı bir dönem olmalı ki nehir, yatağının yarısından az bir kısmından akıyor, yatağın yarıdan fazlası ise kuruydu. Köprünün iki kenarında üç dört ayağın altından su akmıyordu. Şoför benim gibi yeni gelen öğretmenlere köprünün hikâyesini anlattı.
Hikâyeye göre köprünün Muş tarafında yaşayan bir çoban Köprüköy tarafında yaşayan bir kıza âşık olur. Kızı vermek için çobana, buraya bu köprüyü yapması şart koşulur. Çoban sevdiği kıza kavuşmak için bu köprüyü yapar. O zamanlar ben bu hikâyeye inanmıştım. Ama sonradan yaptığım araştırmalarda köprüyü Moğol Veziri Emir Çoban’ın yaptırmış olduğunu öğrendim. Ama kim yaptırmış olursa olsun Anadolu’da buna benzer pek çok hikâye anlatılır ve en zor işlerin sonu hep aşka bağlanır.
Halkımız olanaksız ya da olması çok güç işleri hep aşka yaptırır, aşkın her güçlüğün üstesinden geleceğine inanır ama bunu cinsellikten ayrı tutar. Evet, biz millet olarak tüm zor işleri aşka bağlar, aşka saygı duyar, aşk hikâyelerini severiz. Ama çevremizde, yanımızda, yakınımızda bir aşka asla iyi gözle bakmayız. Aşkı geleneğe, töreye saygısızlık ve şımarıklık olarak algılarız. Aşkı gerçek ötesi, geçmişte kalmış kurgusal bir masal veya bir film olarak bizden uzakta gelişip sonlanmış bir olay olarak sever sayarız. Aşkı yaşamaya ve yaşayana ise iyi gözle bakmayız.
Bu hikâyeyi dinledikten sonra tabii ki ben de tek taraflı platonik aşkımı anımsadım. Hemen sevgilim geldi aklıma… Zil zurna aşıktım ya o zamanlar. Ama sevgilim benim aşkımdan habersiz, iki yıldır hiç yüzünü görmediğim ve bir kez olsun yüz-yüze konuşmadığımız birisi olsa da ben bu platonik aşkımla yanıp tutuşuyordum. Hatta şimdi onu da kamyona koyup Karayazı’ya götürüyordum. Aşkım ve ideallerimle baş başa Çoban Köprüsünden geçerken tek taraflı aşkımın çobanınkinden daha olanaksız olduğunu -köprüsüzlüğünü- düşündüm. (Ölümün Pençesinde Dört Yolcu) adlı kitabımdan
Aras’ın üstünden her geçişimde
Bir Aras’a bakarım
Bir de Çoban Köprüsüne.
Sen şaşıp kalırsın çobanın sevgisine
Ben şaşıp kalırım sevginin gücüne
Ve biz şaşıp kalırız
Sevgimizin köprüsüzlüğüne. 29.09.1965 Zorova
(Yanızlık Gece ve Karlar’dan)