Hukuk Fakültesi’ni yeni bitiren Kovalev”le genç karısı arabaya binip yola düştüklerinde saat daha sabahın altısı bile olmamıştı. Köye gidiyorlardı. Ömürlerinde hiç erken kalkmamışlardı ve şimdi durgun bir yaz sabahının güzelliği, ancak masallarda karşılaşılabilecek olağanüstü hoş bir şeymiş gibi geliyordu onlara. Yeşillerle bezenmiş, elmas çiğ tanecikleriyle kaplı toprağın göze hoş gelen, mutlu bir görünümü vardı. Güneş ışınları, parlak gölgeler yaparak ormanın koyuluğunda uzanıyor, pırıl pırıl nehirde titreşiyorlardı. Olağanüstü mavi ve berrak havada öyle bir tazelik vardı ki, sanki doğa, banyodan çıkmış da daha bir genç ve sağlıklı olmuştu. Sonraları kendilerinin de söyledikleri gibi, bu sabah Kovalev’lerin … hayatlarının, en mutlu sabahı olmuştu. Hiç susmadan gevezelik ediyor, şarkı söylüyor, nedensiz yere kahkahalar atıyorlardı. Sonunda çocukluğu öylesine ileri götürdüler ki, arabacıdan bile utandılar. Mutluluk yalnız o anda ‘değil, gelecek yaşantılarında da gülümsüyordu onlara: evlenmeye karar verdikleri günden beri hayal ettikleri çiftliği, küçücük şirin çiftliklerini görmeye gidiyorlardı. Gelecek, ikisine de parlak umutlar vermekteydi. Erkeğe, toprakla uğraşı, bilimsel tarım çalışmaları, el emeğinin karşılığını görmek, kitaplarda okuduğu, dinlediği onca mutluluklar göz kırpıyordu. Kadınınsa işin romantik yanı başını döndürüyordu: yarı karanlık park yollarında kol kola dolaşmalar, oltayla balık avlamak, hoş kokulu geceler. Mihaylov, soğuk soğuk gülümseyerek ellerini ovuşturdu, konuklarını evin öte yanına götürdü. Kovalev gözlüklerini takıp tarihî değerli yapıtları inceleyen bilgili bir turist tavrıyla çevresine göz gezdirmeye başladı. Önce eski ağır üslupta, armalı, aslanlı, sıvaları yer yer dökülmüş büyük kâgir evi inceledi. Uzun zamandan beri çatısı boyanmamış, camları temizlenmemiş, merdivenlerinin basamakları arasında otlar büyümüştü. Her yanı eski, çok eskiydi. Ama ev yine de hoşuna gitmişti. Her zaman çocuk kalan bir teyze gibi duygulu, alçakgönüllü, cana yakın bir görünümü vardı. Giriş kapısının önünde, içinde iki ördekle bir oyuncak kayığın yüzdüğü bir havuz vardı. Aynı boy ve kalınlıkta kayın ağaçları kuşatıyordu çevresini. Ahır ve ambarları görmek için yürüdüler. Hukukçu, her ambarı bir bir gezip inceledi, yokladı. Bu işlere yabancı olmadığı belliydi. Çiftliğin kaç dönüm olduğunu, ahırlardaki hayvan sayısını sordu, ormanların kesilmesine engel olmadığı için Çar’ı yerdi, bunca gübreyi kullanmadığı için Mihaylov’a çıkıştı… Konuşurken arada bir de Veroçka’sına bakıyordu. Öteki, tutku dolu bakışlarını kocasının yüzünden ayırmıyor, içinden, “Ne zekisin, sevgilim!” diye geçiriyordu. Ahırları dolaşırlarken biraz önceki hıçkırığı yine duydular. Ne de akıllısın ya, yavrum! Ben de acıyorum, ama suç onların. Çiftliklerini ipotek ettirmelerini kim söyledi onlara? Niçin hiç ilgilenmediler topraklarıyla? Acımaman gerek böylelerine! Bu toprağı kafalarıyla işleselerdi, bilimsel tarım yapsalardı… hayvancılığa, şuna buna hakkını verselerdi, pekâlâ yaşayabilirlerdi burada… Allah’ın tembelleri, yemiş, içmiş, yatmışlar… Muhakkak sarhoşun, kumarbazın biridir. Suratını görmedin mi? Karısının da giyime, kuşama, süse müse düşkün şıllığın biri olduğuna kalıbımı basarım. Bilirim böylelerini! Yol boyunca hep konuştu Kovalev. Karısı dinliyor, her söylediğinin doğru olduğuna bütün kalbiyle inanıyordu. Ama sabahki neşesini bir türlü bulamadı. Mihaylov’un soğuk gülümsemesiyle pencerede bir an görünüp kaybolan ağlamaktan şişmiş bir çift iri göz aklından çıkmıyordu. Birkaç gidip gelmeden sonra kocası onun drahomasıyla Mihaylova çiftliğini satın alınca üzüntüsü bir kat daha arttı… Mihaylov’un ailesiyle birlikte arabaya binip bunca yıl yaşadıkları yuvalarını ağlayarak bırakıp gidişlerini görür gibi oluyordu hep. Hüznü ve insanî yanı derinleştikçe gözünde kocası değerini yitiriyordu: Kendine aşırı bir güvenle akla yatkın tarımdan söz ediyor, sürüyle kitap ve dergi getirtiyor, Mihaylov’un işbilmezliğiyle alay ediyordu. Tarımcılık üzerine konuşmaları, sonunda düşüncesiz, sıkılmak bilmez bir övünme alışkanlığı olup çıktı. Kovalev’ler, Mihaylov’lardan boşalan çiftliğe geldiklerinde Veroçka’nın gözüne ilk çarpan şunlar oldu: Çocuk eliyle yazıldığı belli ders notları, başı kopmuş bir oyuncak bebek, yerdeki ekmek kırıntılarını gagalayan bir arı kuşu ve duvarda tebeşirle ‘Pis Nataşa’ yazısı… Başkalarının derdini unutabilmek için çok şeyi boyamak, değiştirmek ya da kırmak gerekecekti. (ALINTI)