Döşemealtı’nda 285 m2 arsa satılıktır:
Küçücük bir nefret kıvılcımının canlar yakan bir intikam ateşine dönüşeceğini bilmiyordu yolun başındayken. Ama o, attığı her adımda ruhunu biraz daha kaybetti. Ve tek sebebi sorumsuz bir aileden ibaretti, yıkılmış hayallerin enkazında kalmış bu bedenin. Gece zifiri karanlıktı. Hafiften esen bir sonbahar meltemi gökyüzündeki yıldızları örten koyu bulutlara eşlik ederken, sessiz kaldırımlarda yankılanıyordu adım sesleri. Sokak lambalarının loş ışıkları bile geceyi aydınlatamazken, köşeye sinmiş koyu gölgeler tek dostuydu intikam ateşiyle cayır cayır yanan genç adamın. Koyu yeşil gözlerindeki cehennem birkaç yıl öncesinde kaybettiği ruhunun bedeli, ailesine duyduğu öfkenin nefrete bulanmış kor ateşiydi. Bebekken daha, dünyaya gözlerini ilk defa açmışken başlamıştı onun cehennem ızdırabı. Öyle bir ailesi vardı ki, aile demek bile büyük yükümlülük isterdi aslında. El kadar bebeği sanki oyuncakmışçasına oradan oraya atarken, masum bir yavrunun canını yaktıklarının farkında bile değillerdi. O küçüğün ağlaması onlara sadece gürültü gibi gelirken bu dünyaya yabancı küçük yavrunun anlamsızca bakan gözleriydi en çok can yakan. Zaman su gibi akıp giderken her gün biraz daha olgunlaşan çocuk, ailesinin bu sorumsuzluğundan bıkmış usanmıştı. Öyle berbat bir ailesi vardı ki onun, doğduğu güne lanet edecek hale gelmişti artık. Çoğu zaman sarhoş geliyordu ailesi eve, bazen de hiç gelmiyordu. Kocaman evde bir başına kaldığı günleri çoktu talihsiz çocuğun. Zaten yediği tokatların, tekmelerin haddi hesabı yoktu, yüzünde, karnında ağır morluklar oluşmuş, sırf morlukları ve yaraları yüzünden günlerce okula gidememişti. Birkaç günün ardından öylesine girdiği bir hastanenin kantininde çalışmaya başladı ufaklık. Yavaştan kendi parasını kazanmaya başladıktan sonra da bir düzen oluşturmuştu hayatında. Gündüzleri hastanedeki kantinde çalışıyor geceleri de durmaksızın ilk aylığıyla aldığı kitaplarla açığını kapatmaya çalışıyordu. Azimli ve hırslıydı. Nefreti ise en büyük yardımcısıydı onun. Nefes nefese kaldığında kaldırımın köşesinde durdu genç adam. On iki yılını geçirdiği o ev karşısında duruyordu işte. Daha modern bir halde olmasına rağmen temelindeki kasvet hiç değişmemiş gibiydi oysa. Acaba içinde yaşayan insanlar değişmiş miydi? Acıyı, çaresizliği, mutsuzluğu ve karamsarlığı hiç tatmışlar mıydı geçen onca sürede? O günün ertesinde yokluğunu fark etmişler miydi şimdilerin genç adamı ya da o zamanların ufaklığının? Yoksa zaten bir yük olarak gördükleri evlatlarından kurtulmalarına sevinmişler miydi? Bunlar bilinmeyenlerdi ama bilinen bir gerçek varsa o da bu gece genç adamın yıllardır hayalini kurduğu intikamın gerçeğe bürünmüş haliydi. İkisi de yaşadıkları şokun etkisinde öylece dikilirken genç adam da karşılarında ifadesizce duruyordu ve ne tuhaftır ki hiçbir özlem, hiçbir sevgi tohumları belirmemişti yüreğinin derinliklerinde. ‘’Oğlum, biz-’’ dedi kadın savunmasız bir ifadeyle ama devam edemeden ‘’Kes sesini.’’ diye bağırdı genç adam sert bir mizaçla. ‘’Siz ne ha, siz ne? Ne anlatacaksın bana, nasıl savunacaksın kendini? Yoksa hayatımı nasıl mahvettiğinizi mi hatırlatacaksın bana? Ama korkma anne, zahmet de etme, ben zaten hiç unutmadım o günleri. Dün gibi aklımda hala, her bir sahnesi, her bir perdesi, en ufak ayrıntısına kadar. Hatırlatılacak biri varsa o da sizsiniz. Nasıl vicdansız olduğunuz hatırlatılmalı size, nasıl bencil olduğunuz, bir sorumluluk aldığınızda sonuçları ölümcül derece de acı içeriyor olsa bile ondan nasıl kaçtığınız hatırlatılmalı. Küçük bir çocuğu, üstelik kendi çocuğunuzu nasıl günlerce evde yalnız bıraktığınızı da mı hatırlatmalı yoksa size, ya da eve sarhoş geldiğinizde vurduğunuz tokatları?’’ Herkes hayattan zevk almak istiyordu da var olmanın getirdiği sorumlulukların farkında değildi kimse. Kusursuzluğun ince çizgisi sorumlulukla çizilirken, bu değere sahip çıkabilmekti asıl önemli olan. Oysa çoğu insan ayrıntıları önemsiz görürlerdi ve sorumluluk onlar için önemsiz bir ayrıntıdan ibaretti sadece. Sırf bu yüzden hep sorumluluk almaktan kaçarlardı. Halbuki önemli olan şeyleri önemli kılan bizler değil miydik zaten? Neden insanların canlarına kadar uzanan bu sorumluluğu önemli kılmıyorduk ki? O önemsiz dediğimiz çoğu sorumluluklar, kocaman bir çığa dönüşüyordu önce. Geçtiği yerleri yıkıyor ve harap ediyordu. Umutsuzluğun kapısını çalarken, parçalanmış hayallerin karanlığında kalan küçük bedenlere ev sahipliği yapıyordu oluşan o harabeler ve ardı arkası gelmeyen çığlarla bir daha ayağa kalkacak güç bulamıyordu kimse. Ve sonuç, ölümdü. (Alıntı)