Tekaüt olduktan sonra karısının memleketi olan Ege Denizi kıyılarındaki bu kasabada ufak bir dükkan açıp tuhafiyecilik yapmak istedi. Pek becerikli idi. Balkan Harbi’nde yaralandıktan sonra da bir kere istifa ederek askerlikten ayrılmış, Üsküdar’da Uncular Sokağı’nda ufak bir yağ ve sabun dükkanı açmıştı. O zaman üç ayda işini o kadar ilerletti ki, karşı sırada daha büyük bir mağaza tutarak oraya taşındı. Fakat seferberlik çıkınca işler karıştı, tekrar askere istediler. Bir hastalık bahane ederek gitmemenin imkanını bulmak üzere idi karısı tutturdu, İlle beli kılıçlı zabit isterim, ben yağcı karısı olayım diye sana varmadım dedi. O da sesini çıkarmadı. On sene, Çanakkale’den Afyonkarahisar’a kadar birçok yerlerde, cephe gerisi hizmetinde olsa bile, epeyce yıprandı. Bu sefer tekaüt olduğu zaman saçları adamakıllı beyazlanmıştı. Eşeğini önüne katıp, alışverişin bıraktığı on beş yirmi lirayı cebine atarak sarp ve büyük bir tabiatın bütün güzelliğini toplayan yollardan kendi kasabasına dönerken bile, bu hatıralardan ayrılmazdı. O kadar bugünden uzak, o kadar eski hayatının içinde yaşıyordu. Yanı başında onunla beraber eşeklerini önlerine katan ve harıl harıl alışveriş lafı eden Alanyalılar, önünde yırtık pabuçlarını sürüye sürüye giden ve toplayabildikleri sadakaları torbalarına doldurup sırtlarına vuran profesyonel dilenciler, dahaa birçok köylüler, nane yağcılar, bir yaylı araba ile geçen manifaturacılar, ortalığı toza bulayan bir otomobille yoldakileri iki yana fırlatan zeytinyağı fabrikatörleri ona, tanımadığı, yeryüzünde bulunduğunu bile bilmediği bir memleketin adamları gibi yabancı, uzak, sis içinde görünüyorlardı. Birkaç haftadan beri ağızlarda, karı meselesi yüzünden dağa çıkan ve birkaç köy basan bir eşkiyanın lafı dolaşıyordu fakat bu sıkı zamanlarda onun böyle yol kesecek kadar ileri gideceği, her şeyden kuşkulanan Aksekili aktarların bile aklına gelmemişti. Üzerlerine dikilen silahların karşısında herkes süratle soyunuyor ve çeşit çeşit elbiseli adamların yerinde beyaz çamaşırlı ve titreşen şekiller kalıyordu. Eşkıyalardan biri uzakta ve silahı elinde bekledi, öteki ikisi yolcuların yanına gelerek yerdeki elbiseleri karıştırdılar, bütün paraları ve saatleri aldıktan ve elbiselerden de kendilerine üç takım seçtikten sonra, bir köşeye birikmiş bekleyen pazarcıların yanına giderek ağızlarının içini, avuçlarını muayene ettiler ve parmaklarından gümüş yüzükleri söküp aldılar. Akşamın alacakaranlığında, ağaçların yukarıdan doğru gelen uğultusuyla derenin aşağıdan gelen şarıltısı arasında bu beyazlar yığını ve onların arasında, çamaşırlarından daha beyaz kalmış kolları ve seyrek beyaz saçlarıyla eski zabit hiç de gülünç olmayan bir manzara idi. Dudaklarının kenarı acı acı bükülmüştü, kah eşkıyaların karıştırdıkları gaz sandıklarının altında öteye beriye dönen eşeğe, kah gözleri patlayacakmış gibi dışarı fırlayan Alanyalı manifaturacıya bakıyordu. Eski zabit, ormanın yukarısından gelen uğultusu ile derenin aşağıdan gelen şarıltısı arasında, gözleri karşı yardan doğru çıkan ayın ilk ışıklarında, ağır ağır yürüyordu. İçerisi bu dereden çok daha büyük birtakım nehirlerle dolup boşalıyor, kah gülüyor, kah gözleri yaşarıyordu. Fakat kasabaya gelenler hemen meseleyi karakola haber vermişlerdi. İçlerinden biri bunun geriye kalıp eşkıyalarla uzun boylu görüştüğünü de saklanıp seyretmiş ve candarmalara bildirmişti. Şehre girerken yakalayıp ifadesini almaya götürdüler. Üzeri arandığı zaman çıkan paralar ve biraz perişan gözleri, şüpheleri büsbütün arttırdı. Eşkıyalarla sözlü olduğu, onlara habercilik ettiği iddiasıyla tevkif edildi. Tahkikat ilerleyince meselenin meydana çıkacağı muhakkaktı fakat buna vakit kalmadan o, tevkifinin yirminci günü, ömrünün o belki en geniş günürtü kovalayan bu dar günlere tahammül edemeyerek hapishanede öldü.