“Sitare, sana büyük bir müjdem var, kızım.” Genç öğretmen henüz mektepten dönmüştü. Kapının yanındaki küçük odada güzel, ince sesiyle yavaş yavaş şarkı söylüyordu. Bu onun çok eski -minimini bir mektep talebesi olduğu günlerden kalma- bir âdetiydi: Akşamları evin kapısından girince çantasını top gibi havaya atıp tutar, şarkıya başlardı. Aradan on beş seneye yakın zaman geçmişti. Sitare büyük mektep talebesi, daha sonra ana mektebi öğretmeni olmuştu. Her ev gibi onların evi de büyük savaşın musibet ve matemlerinden hissesini almıştı. Meşhur dava vekili olan babası, harbin ilk senesinde ölmüş, iki sene sonra büyük kardeşi Kafkasya’da şehit düşmüştü. Memlekette iş bulamayan küçük kardeşi, senelerden beri Mısır’daydı. Orada bir eski baba dostunun ticarethanesinde çalışıyordu. Bin naz içinde büyüyen şımarık, nazlı Sitare, bugün ana mektebi öğretmeniydi. İhtiyar ve hastalıklı annesine bakabilmek için akşama kadar elliye yakın mini mini yaramazın kahrını çekiyordu. Bu aile inkılâpları, elbet onun ruhunu da çok değiştirmişti. Fakat buna rağmen o eski neşesini ve çocukluğunu bırakmıyor, kapıdan girer girmez şarkısına başlıyordu. Meveddet Hanım kızının sesini çok sever, daima tatlı bir hüzünle dinlerdi. Çünkü bu ses, onu birkaç dakika için eski, güzel günlerine götürüp getirirdi. “Anneciğim, vallahi ben kendi kendime söyledim… `Farkında olmadan bir hayli yol gitmişiz,’ demek bir öğretmen için affedilir kabahat değil ama işte oldu… Ne yapmalı. Bununla birlikte, benim daha büyük kabahatim var… Karşı tepelerden doğru yavaş yavaş üstümüze gelen kara bulutun farkında olmamışım… Birdenbire başımızdan aşağı bir şiddetli yağmur boşanmasın mı? Yavrucuklarım şaşırdılar ağlaşıp bağrışmaya başladılar. Bereket versin, bir iki dakika ilerimizde çatısı kalmış boş bir kır kahvesi vardı. Büyücekler oraya koştular. Pek miniminileri ikişer ikişer koltuklarımın altına sıkıştırarak koşa koşa çatının altına götürüyor, sonra başkalarını almak için geri dönüyordum. Bu oyun, küçüklerimi pek eğlendirmişti. Ben oradan oraya koşarken yaramazlar öyle bağrışıp gülüşüyorlardı ki… Nihayet hayli ıslanmış olarak kendim de çatının altına girdim. Koşmaktan nefesim kesilmişti. Bu sırada küçüklerimden ikisinin eksik olduğunu fark etmeyeyim mi? Aklım başımdan gitti. Deli gibi fırladım. `Cemil, Cemile!’ diye haykırarak yağmurun altında dört dönüyordum. Bunlar, beş yaşında iki ikiz kardeştir. Babaları yoktur. Anneleri hastanededir. Teyzelerinin yanında otururlar, fakat kadıncağız, gündüz işe gittiği için onları mektebe bırakır. Meveddet Hanım kızının hastalanmasından korkuyordu. Onu yarı zorla yatırdı. Ayaklarını hardallı suya soktu, yine zorla ıhlamur içirdi. Sitare ertesi sabah hasta uyandı. Gözleri kırmızı, sesi kısıktı. Kesik kesik öksürüyordu. Akşama doğru ateş büsbütün arttı ve genç kız sayıklamaya başladı. Öğretmen şiddetli bir zatürree geçirdi. Onu, komşularından bir emekli askeri doktor tedavi ediyordu. Hastalığın on üçüncü günü doktor konsültasyona ihtiyaç gördü. Fakülte hocalarından bir eski arkadaşını getirdi. Uzun bir muayeneden sonra Meveddet Hanıma biraz tereddütlü bir lisanla, “Şimdilik geçmiş olsun, hanımefendi,” dediler. “Fakat ciğerler biraz zayıf… Hastanın bir zaman istirahata, hatta küçük bir hava değişikliğine ihtiyacı var… Merak etmeyin… Pek önemli bir şey değil… Herhalde bir zaman mektebe gitmemeli.” Ertesi sabah gazetelerde şöyle bir haber okundu: “…mektebi ana sınıfı muallimlerinden Sitare Hanımın bir mektep gezisi sırasında tesettür kuralına aykırı olarak başını açtığı ve yalnız bununla da yetinmeyerek açık saçık bir hâlde dolaştığı, ayaktakımından birini yanına aldığı görülerek Maarif Bakanlığı’na ihbar edilmiş ve muallimlik ağırbaşlılığı ve haysiyetiyle bağdaşmayan bu uygunsuz durum sebebiyle yüce eğitim mesleğinde çalıştırılmamak üzere azil ve ihracı bakanlıktan Maarif Müdürlüğü’ne bildirilmiştir.”