Sevgili okurlarım, bugün size Refik Halit Karay’ın Gurbet adlı öykü kitabında yer alan ilk hikayeyi, yani “Yara”yı anlatacağım. Umarım sizde okurken zevk alırsınız.
Güneş çoktan batmıştı fakat çiftlik gene, sabah oluyormuş gibi, şevkini kaybetmeyen bir aydınlık içinde, kuş cıvıltılarıyla dolu, gölgesiz, hüzünsüzdü. Sıcak iklimlerin akşamlarında, zaten, bizim sabahlarımızda duyulan neşe daha doğrusu, bir hayata, rahata giriş keyfi vardır. Gözlerinizin çiğ ışıktan ve göğsünüzün nefes darlığından kurtulacağını düşünerek bir şeyler yapmak, bir zevke hazırlanmak istersiniz. Ben de emirerine dam üstünde nargilemi hazırlatmıştım, kahvemi bekliyordum birden avluya dört atlı girdi, dört silahlı Bedevi…Bu dediğim tarihte Sultan Hamit’in Suriye’ deki çöl çiftliklerinden birinde müdürdüm. O zamanlar böyle yerlere subaylardan kahya, askerlerden korucu gönderilirdi aşiret Araplarının akınlarına karşı koymak için…Gelenlerin en yaşlısı, kısrağından inip karşıma dikildi. Sordum:
“Hayrola, ya Şeyh?”
Mesele her zaman olan işlerden: İki aşiret, bir gazve (cenk,savaş) esnasında çarpışmışlar, bu dört kişi güç bela baskından kurtulup bana sığınmış, geceyi geçirmek istiyorlar. Dördü de silahlarını bırakıp etrafıma, damın toprak zeminine çömeldiler. Yaşlısı maşlahlıydı öbürleri sadece birer entari giymişlerdi abonoz saçları upuzun, örülü ve cıvık yağlıydı kulaklarından demir halkalar sarkıyordu. Bunlar konuşmuyorlardı dişleri bembeyaz ve gözleri simsiyah parlayarak bizi dikkatle dinliyorlardı. Ne konuşacaktık? Şammar aşiretinin kaç çadırı, Hadidilerin kaç koyunu vardı?
Bir aralık karşımdaki gencin birisi hafifçe inledi. Şeyh sordu:
“Hasta mısın?”
“Hayır.”
“Yaralımısın”
“Galiba!
Ve omzunu işaret etti, Ere seslenip feneri getirttim. Oralarda fener ve lamba ancak böyle işlerde, mühim sebepler oldukça kullanılır. Ay olmasa da yıldızlar yakından pırıldaşır yıldızlar bile örtülse gene gökte ışık yerine geçen bir cila parlar. Bedevi’nin sırtına baktık. Sol tarafından bir kurşun yemiş. Kan, içine sızmış olacak ki entarisi boyanmamış. Yalnız yaranın ağzında kurumuş kahve telvesini andıran pıhtılar birikmiş güneşten kerpiç kesmiş olan kan pıhtıları…
“Kurşun içeride kalmış!” dedim.
Şeyh başıyla tasdik etti. Sonra hiçbir şey demeden erin elinden feneri aldı, avluya indi. Yere eğilmiş, uzun uzun, bir şeyler aradığını yukarıdan görüyorduk. Neden sonra geldi: Bir çürük değnek parçası ve mundar bir paçavra ile…
Yoğurt süzdüğümüz eski, çürük torbadan atılmış bir parça …
Bu paçavrayı değneğe iyice sıkıca sardı dişleriyle bir de düğüm yaptı.
“Zeytinyağı bulunur mu?”
“Olacak… “
Bu kan yavaş yavaş azaldı, duruldu, kesildi.
O zaman Şeyh yaralıya ilk defa, şefkatle hitap etti:
“Sabret evlat!”
Bedevi genci cevap vermedi, ben bozuk Arapçamla, ora dilini takliden “öldü” manasına: “Mut!” diye haykırdım.
Şeyh cevap verdi:
“Halas!” (kurtuluş, kurtulma)
Ertesi sabah uyandığım vakit dört at ve dört Bedevi duruyordu. Gazveciler veda ve teşekkür için beni bekliyorlar. Yaralı belki solgundu, süzüktü, ateş içindeydi. Fakat bu Bedevilerin rengini, halini sezmek o kadar güçtür ki… Elimi öptü yalnız şunu söyledi:
“Şu bindiğim kısrağım gebedir yavrusu senindir!” Kısrağına atlarken ona kimse yardım etmedi. Arkalarından baktım. Dördü de dik, dinç görünüyorlardı dördü de keyifli gibi idiler. Ben kızıl kanlı, yaraya dökülünce yanık et kokusu veren kaynar zeytinyağım düşünüyor, dişlerimi sıkıyordum. Siz o tayı görmeliydiniz… Ha, evet söylemeyi unuttum: Olaydan üç sene sonra, ben çiftlikte yokken bir Bedevi gelip bir tay bırakmış, “Paşaya vaat etmiştim, kendisi bilir!” demiş, gitmiş. Paşa dediği benim… Daha o zaman teğmendim. Fakat Bedevi’nin gözünde bir Türk subayı daima paşadır.