Onun ismi korkuyla beraber doğar, ölümle
neticelenirdi. Akdeniz’i baştan başa maceraları dolaşır, köpüklü
sahillerde sergüzeştlerini terennüm eden türküler söylenirdi. İsmi Bora
idi. Genç, gür siyah bıyıklı, gece kadar siyah ve derin gözlü, geniş omuzlu
bir korsan, bir Türk korsanıydı. Anadolu’nun hüzünlü sahillerinde doğan bu Türk
oğlunun alnı yalnız Allah’ının önünde eğilmişti. Hakanına sarsılmaz bir
hürmetle merbuttu. Sonra, denizlerde tanıdığı yegane kuvvet onun emri, onun
sözüydü.
Bir akşam yine güneş önünde dalgalanan bir Osmanlı sancağı gibi batarken,
direkteki gözcü, “Ufukta bir kadırga!” diye bağırdı. Hepsi hazırlandılar,
halatlar roda edildi, kancalar getirildi ve denizde köpüklü bir iz bırakarak
ileri atıldılar… İki gemi birbirine derin gıcırtılarla rampa oldu ve
korsanlar boğaz boğaza, göğüs göğüse birbirine karıştı. Bir saat sonra
Bora Reis’in çektirmesi yedeğinde harap düşman kadırgası olduğu halde
kararan ufuklara doğru ilerliyorlardı. Gemide en iyi kamaranın yarısı Hakan’a
gidecek armağana tahsis edilmişti. Ortadan ayrılan bir bölmeyle de diğer
nısfında Bora Reis yatıyordu. O her gece nöbetten kamarasma
çekilirken yanında bu genç kızın derin nefeslerini duyuyor ve şimdiye
kadar anlamadığı garip bir hisle göğsü kabarıyordu. Onun fırtınalı hayatında
hiç kadın maceraları yoktu, bir çift güzel gözle hiç karşı karşıya
gelmemişti. Şimdiyse her gün bu sarı benizli Venedikli kızın yanında
bulunuyor, onun tatlı bir su gibi şakırdayan sesiyle şimdiye kadar yalnız
inilti ve top sesi duyan kulakları uyuşuyordu… Bu kızda ne garip bir cazibe
vardı, kumral uzun saçları ne kadar güzeldi ve bazen ılık bir baygınlıkla
kendisine dönen gözlerine bakarken içinde bir şeyler erir gibi oluyordu…
Fakat bütün bunlara rağmen gayet ciddi idiler. Bora Reis, Hakan’a
giden bir armağana fena bir nazarla bakmayı en büyük günah addediyordu. Günler
böyle geçti. Nihayet Pire önlerinde Osmanlı donanmasına tesadüf edildi. Gemiler
büyük bir hürmetle selamlandı ve armağan teslim edildi… İskelede son defa
ayrılırken kız başını önüne eğmiş ve gözlerinden iki damla yaş dökülmüştü. Aradan
tam beş yıl geçti. Preveze harbinde Bora Reis de sancak dalgalandırdıktan
sonra muzaffer donanma ile ilk defa İstanbul’a geldi. İstanbul’un
camileri, tersaneleri, uzaktan seyrettiği sarayları onu çok meşgul etti. Fakat
sonraları canı sıkılmaya başladı. Geniş enginlere, bitmez ufuklara alışan
korsanı bu dar muhit sıkıyordu. Bir gün sıkıntısına bir deva ararken
arkadaşları, “Seni bir mesireye götürelim,” dediler ve gittiler… O böyle
bir şeyi hiç görmemişti. Bu ipekli yaşmaklar altında gülen
dudaklardan, süzülen gözlerden hüzün duydu, anlaşılmaz, maziye ait
bir hüzün… Artık akşam olmuş dönüyorlardı ki birden Bora Reis altın
yaldızlı altı çifte bir fota’nın içinde gördüğü bir çift gözün altında ezildi,
titredi. Bu gözler solgun benizli Venedikliydi… Ertesi sabah gün doğarken demir
aldı ve bir hırsız gibi kaçtı, engin denizlerin ufuklarına kaçtı. Seneler
senderin üstüne yığıldı. Fakat o bir çift gozu hayalinden, rüyasından
hiçbir şey silemedi… Denizde, karada, zaferde teselli aradı, fakat
bulamadı… Bir gün Barbaros’un ölümü baştan başa Akdeniz’i dolaştığı zaman o :
“Gitmeliyim. Son defa gitmeliyim!” dedi ve İstanbul’a üstadının merkadine
yüzünü sürmek için geldi… Ertesi sabah tam demir alırken kaptan-ı deryanın
bir namesini aldı. Bunda harem-i hümayuna mensup bir kadının Trablus’a
nefyolunduğu bildiriliyordu. O bu emrin karşısında eğildi ve kadını alarak
Trablus’a yelken açtı. Bir peçe ile örtülü olan kadının yüzünü görmemişti.
Yalnız yaşamasına dikkat ediyor ve ondan korkuyor, kaçıyordu. Bir gece
Bora Reis küpeşteye dayanmış, denizin boşluklarına dalmak ister gibi
geminin giderken bıraktığı yakamozları seyrediyordu. Ve Trablus’a geldi… Sordu…
Çoktan öldüğünü söylediler. İsmini duya duya öldü… Kabrini sordu…
Gösterdiler… Gitti. Onun mezarında hayatının ilk ve son sevgilisinin
mezarında ilk ve son defa ağladı. Bir ay sonra Trablus sahillerinde ak sakallı
bir ihtiyarın boğulmuş naşını buldular ve Akdeniz’i çalkalandıran o bora işte
böyle durdu.