Ülkelerin olaylar karşısında verdikleri tepkiler, anlayışlar farklı oluyor. Yıllar önce Doktor Salamon2un kitabında stres puanlanmıştı. Buna göre her ülkede yaşayan insanın bir olaya verdiği sters birbirinden farklı. Örneğin bir Alman’ı en çok işsizlik etkilerken, bir başka ülkede eş aldatması bir başkasında ise çocuğunun ölümü ilk sırada yer buluyor. İşte aşağıdaki hikayede de bir müzik esine verdiği tepki çok farklı olabiliyor.
Güneş, yüzüne yeşil yelpaze tutan mahçup bir kadın gibi iri yapraklı ağaçların arkasına saklanırken, muhtelif milletlere mensup bir seyyah kafilesi -sarı otlardan yapılmış evleri arı kovanına benzeyen bir zenci köyüne girdiler. Kabile reisi, yirmi seneden beri Afrika’nın bu sapa köşesine uğramayan beyazları güzel karşılayabilmek için bütün boncuklarını, fildişinden yapılmış ziynetlerini taktı, eline, üzerine işlemeli büyük yayını alarak maiyetiyle beraber köyün ortasındaki meydanda bekledi.
Birtakım şatafatlı merasimden sonra seyyahlar, reisin kulübesinde istirahat etmekteydiler ki, köyü dolaşmaya çıkmış olan melez tercüman koşarak geldi, elli adım kadar ötede bir Avrupalı tarafından yapılmış olması pek muhtemel olan tahta bir kulübe gördüğünü söyledi. Golf pantolonlarının altına çoraplarını tekrar giymeye vakit bulamayarak hep birden oraya koştular. Tercüman doğru söylüyordu. Bu, intizamsız kerestelerden yapılmış bir yerdi ve önünde vahşi orman çiçeklerinden vücuda getirilmiş bahçemsi bir meydanlık vardı.
Yanlarına gelen reis, binanın iki seneden beri aralarında yaşayan bir beyaza ait olduğunu söyledi. Tercümana sordular:
– Neredeymiş kendisi?
– Belli olmaz. dedi reis, -o, buradan çalgısını alır çıkar ve ne zaman isterse o zaman gelir!
– O, bu çalgıyı nerede çalıyor?
– Ormanda!
– Peki, bizi oraya götürür müsünüz?
Reis razı oldu. Alacakaranlıkta köyden çıkarak ormana doğru yürüdüler. Yaklaştıkları zaman, kulaklarına tok bir viyolonsel sesi geldi. Alman seyyah biraz dinledikten sonra:
– Sonbahar şarkısı! dedi.
Ormana girince reis durdu ve on adım kadar ileride, geniş gövdeli baobap ağaçlarının altındaki karaltıyı gösterdi: -İşte!
– Bu adamın ne olması mümkündür? diye söylendi.
Fransız seyyah: -Ümidi kırılmış bir sanatkar. Hakiki sanatın takdir edilmediğini görerek insanlar-dan kaçan bir talihsiz.
Rus: -Hayır, bu belki cemiyetin haksızlıklarından kurtulmak için buraya gelen birisi ki, sanatı kendisine teselli vasıtası yapmış… diye, mütalaasını yürüttü.
Alman: -Bana kalırsa- diye fikrini söyledi, -bu geniş arazide rahat ve dertsiz yaşamayı, bu basit refahı, medeniyet dünyasının didişmelerine tercih eden bir akıllı.- -Zannediyorum ki- dedi İngiliz, -vahşilerin hükümdarlığını eline geçirmek için kendisine göre bir plan yapan onu sabırla tatbik eden bir açıkgözdür bu ve belki de tehlikelidir.
– Burada çalar, karısının başucunda… dedi reis.
– Karısı da var mıydı?
– Vardı ve öldü.
Sustular. -Gidelim!- dediler. -Köye döndüğü zaman anlarız…- Fakat ertesi sabah geri dönen adam, onlara kendi hayatı hakkında hemen hemen hiçbir şey söylemedi.
– Bir vapur kazasından sonra buraya düştüm, karım da burada öldü… Ve ben başka yere gitmek istemem dedi.
Seyyahlar yollarına devam etmek için bu garip münzeviyi terk ettiler. Her biri jurnalına başka başka şeyler yazdı, fakat hiçbirisi o adamın asıl hikayesine temas etmedi.