İfade etmekte ve kavramakta zorlandığımız müthiş büyüklükte evrenimizin bir köşesinde yaşıyoruz. Bilim insanları var olma geçmişimizle ilgili 14 milyar yıldan bahsediyorlar. Yaşamımızın kaynağı olan Güneş yaklaşık 4,6 milyar yıl Dünyamızın da Güneşimizden biraz sonra 4.5 milyar yıl önce ortaya çıktığını biliyoruz. İnsanlığın yaşı da 4.2 milyon yıl olarak hesaplanıyor. Bu bilgileri bize sağlayan, büyük bir özveriyle emek verip gerçeği bulmak için ömürlerini veren bilim insanlarına ne kadar minnettar olsak azdır.

Bu akıl almaz süreler boyunca yaşayıp ilk halimizden bugünkü halimize nasıl geldik? Bana göre etkileşim, değişim, gelişim, güzel tesadüfler, şans ve zorunluluklar evrenimizi ve bugünkü ‘biz’i şekillendirdi. Çünkü bir şeyin olabilmesi için olabilme olasılığının ve olabilme yeteneğinin bulunması gerekiyor. Evrende diğer olasılıkların tamamı elendikten sonra olabilen oluyor. Gerekli şartlar oluştuğunda ortaya bu şartların olanak sağladığı bir şeyler çıkıyor. Elementlerin belirli bir ortamda ve belirli oranlarda birbirleriyle girdikleri etkileşim ile yeni bir şey oluşturması farklı oranlarda bir araya geldiklerinde başka şeyler oluşması gibi. Örneğin Hidrojen ve Oksijen birleşmesinden oran ve şartlar değiştikçe Su, Asit ya da başka bir X maddesi oluşabilmektedir. Bütün bu işlerin çatışma, akış, denge, birbirlerine bağlılık, zorunluluk gibi prensiplerle fraktallar oluşturarak yürüdüğünü düşünüyorum.

İnsan türü için genellikle zorunluluklar üzerinde yol yürüyerek bugünlere geldiğimizi söyleyebilirim. Burada ‘zorunluluk’ temelli kısa bir insanlık tarihinden bahsetmek istiyorum.

“Önce var olmak ve yaşamak zorundaydık. Sonra göç etmek, yerleşmek, üretmek zorunda kaldık. Korunmak, inanmak, başkalarıyla karşılaşmak, savaşmak, ölmek ve öldürmek zorunda kaldık. Bir süre sonra kentleşmek, ulaşmak, iletişim kurmak, sanayileşmek, hammadde bulmak, daha az gelişmiş toplumları sömürmek, yine savaşmak, ölmek ve öldürmek zorunda kaldık. Son büyük savaştan alınan derslerle uluslararası bir uzlaşı, teknoloji geliştirmek ve sanat yapmak zorunda kaldık. Değiştikçe değiştirmek zorunda kaldık. Şimdi uzay yolculuğu ve dijital dünyaya taşınma zorunluluklarının gereğini yapmaya çabalıyoruz.”

Bütün bunları doğa, iklim, çevresel şartlar, sosyal ve antropolojik şartlar gereği yapmak zorundaydık.

Kimimiz az yaptık. Kiminiz yavaş, kimimiz yanlış yaptık. Kimimiz halen yapamadık. Kimimiz bir tarihte, bir çağda takılı kaldık. Kimimiz iki ileri bir geri gittik.

On bin yıl önceyi, beş bin yıl önceyi, bin yıl önceyi yaşayan kesimlerimiz var halen. Amazon ormanlarındaki kabileler, Avusturalya yerlileri, Afrika kabileleri, Ortadoğu ve Avrupa… Aralarında kaç bin yıl olduğunu bir düşünelim. Belki de geçmiş on bin yılı aynı anda yaşıyoruz.

Bir yanda nanoteknoloji, uzay keşifleri, yapay zeka, yapay organlar, çok hızlı ulaşım araçları geliştiren uygarlık seviyesi yaşanıyor. Diğer yanda ok, mızrak kullanan, giysisi olmayan avcı toplayıcı, kısmen tarımsal üretime ve kısmen hayvancılığa geçebilmiş insan toplulukları ile karşılaşabiliyoruz. Ya da dogmalarından başka hiçbir şeyleri olmayan Ortadoğu toplumlarını kadercilik ve çaresizlik içinde kıvranırken görüyoruz.

Önceleri bunların farkında olmasak da bugünlerde yeni teknolojiler ulaşım ve iletişim araçları yardımıyla hepsinin etkileşim halinde olduklarını daha iyi anlıyoruz. Bütün bu göz kamaştırıcı yenilikler ortada olsa da insanlık halen el yordamıyla yolunu bulmaya çabalıyor. İki yüzden fazla devlet ve sekiz milyar nüfusla hiçbir şey kontrol altında değil. Düzen ve adalet yok. Kaos ve sömürü düzeni insan toplulukları arasında tüm acımasızlığıyla sürüyor. Zaman içinde yüzen doğamız değişiyor. Biz de değişiyoruz. Gelişerek değişmek zorundayız. Değişeceğiz.

Çünkü değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Sağlıcakla…