Önce sefalet vardı. İçinde insanlığın kıvrandığı kömür karası bir bataklık. Karınlar sırta yapışmış, yumruklar sıkılı, hasta-sakat-aç çocuklarına gözlerini dikmiş çaresiz kadınlar, öfkeli sessizlik ve öğrenilmiş çaresizlik… Bir başka tarafta ise olabildiğince zenginlik ve huzur.
Onlar birbirlerinin sefaletinin ve zenginliğinin sorumlularıydılar.
Bu çıldırtan denge bozulabilir miydi? Nasıl?..
Tabi ki okuyanlar, anlatanlar ve düşünmeye başlayanlar sayesinde.
Önce alışılmış bataklıktan kurtulma düşüncesi ortaya çıktı. O tohumdu. Peki, bu tohum filizlenip tomurcuk verebilecek miydi? Halinden memnun olmayanlar, umursanmak isteyenler, daha iyisini isteyenler ve eşitlik isteyenler tohumu filizlendirmek için ortaya atıldılar.
Toplumsal bir ‘DÜŞ’ün büyülü geleceğini hayal edenler ve daha da ileri gidip gözünde canlandırmayı başarabilenler sorular sormaya başladılar.
“Mutlu olmak için cenneti mi bekleyeceksin? Yeryüzünde kendi mutluluğumuzu yaratamaz mıyız?…”
Biri öne çıkarak haykırdı.
“–İnsanlar arasında eşitlik ve kardeşlik için gerekli olan şey adalettir! Bunu getirmek gerekir! Yurttaşın emeğinin karşılığını alarak yaşadığı, hayatın zevklerinden payına düşeni aldığı kusursuz ve düzenli bir memleket! Herkes hak ettiğini alır! Hak edilen şey yapılan işe bağlıdır!..”
‘DÜŞ’ durmaksızın yayılıyor, genişliyor, güzelleşiyor, imkansızı mümkün kıldığı oranda cazipleşiyordu. “Bütün bunlar gerçekleşmeyecek kadar güzel mi?”
Bunlara inanmayanlar ise eşitlik fikrinin büyüsüne kapılıyorlardı. “Ölmeden bu zenginlikleri yaşayabilmek için neler feda edilmez ki?..”
‘DÜŞ’ü gerçeğe dönüştürmek için romantizm yetmez. Gerçekçi planlar, özveri ve emek de gerekir.
“Mevcut düzendeki çatlakların ve zayıflıkların üzerine gidilmeli. Güvenilir, inanılır kişiler öne çıkmalı. Önderlerin maddiyatları iyi, giyim kuşamları düzgün olmalı ve saygı görmeliler. Yardım sandığı ile başlanılmalı. Üyeler aidat vermeli. En büyük engel bu fikirlerin karın doyurmayacağını söyleyen umutsuzlar olabilir. Egemenler tehlike sezip engel olmaya çalıştıklarında ne yapılacağına karar verilmeli…”
Ve başladı. Önce sendika, sonra grev. Sonra beklediler. İki taraf da bekledi. Sonra uzaklardan grev kırıcı başka madenciler getirildiler. Onların madenlere inmesi önlenmeliydi. Madenler arasında koşarak tüm bölgede kömür çıkarılması durduruldu. Yine kadınlar öndeydi. İşler kontrolden çıktı. En ılımlılar bile bir zaman sonra kontrolden çıktılar. Ölenler oldu. Ve açlık tüm şiddetiyle hüküm sürüyordu. Dayanamadılar. Madenlere, yerin yedi yüz metre altına tekrar indiler ve sabotaj…
İnsanlık sabotaja uğradı.
‘DÜŞ’ü öldürdüler…
Emile Zola’nın Germinal adlı romanının iç dünyamdaki yankıları bunlar. 1860’larda Kuzey Fransa’da yaşanmış gerçek olaylara dayalı müthiş bir anlatı. Romana adını ve ruhunu veren Germinal sözcüğü Latince’de tohum, tomurcuk, filiz anlamına gelen ‘germen’ sözcüğünden türemiştir.
Zola’nın dünyaca ünlü onlarca romanı var. “Claude’un İtirafı, Çöküş, Nana, Meyhane, Bir Aşk Sayfası, Paris Yıldızı, Gerçek, Emek, Toprak, Yaşama Sevinci, Hayvanlaşan İnsan” bunlardan bazıları.
Germinal ise Zola’nın en iyi eseri olarak kabul edilir. Cenazesine çok sayıda işçi katılıp “Germinal! Germinal!” diye slogan attılar. O günden sonra Germinal Fransız madencileri için fenomen haline geldi.
Germinal, farklı kesimlerden tepki ve eleştiriler de aldı. Muhafazakarlar romanı abartılı bulurken Sosyalistler işçi sınıfını kötülediğini iddia etmişlerdi. Oysa Germinal son derece doğal bir anlatıdır. Bu eleştiriler bile Zola’nın çok doğru bir yerden baktığını kanıtlamaya yeter diye düşünüyorum.
Germinal’i okurken madenlerin derinliklerinde kazma sallama hissini yaşadım ve yedi yüz metre derinlikte vagon çekmeye mahkum olan atın bir gün yeryüzüne çıkıp kırlarda özgürce koşma hayalini duyumsayabildim. Naturalizm akımının öncülüğü yanında siyasi duruşuyla da saygıyı hak eden Emile Zola’ya uygarlığımıza katkıları için teşekkür ediyorum. Sağlıcakla…