Tarih maalesef ülkemizde sık sık tekerrür etmektedir. 10 yıl, 20 yıl sonra aynı olayları bu günkü gibi yeniden yaşıyoruz. İsimler değişiyor, ama maalesef olayın kahramanları aynı terane, aynı girdap.

Yıl 1989. ANAP döneminde daha doğrusu askeri vesayetten demokrasiye geçişte kendilerine baba ve mafya dedirten şahıslar yasal boşluklardan devletin güçsüzlüğünden yararlanarak merdiven altından, bodrum katlarından ortaya çıktılar. Yeni yetmeler isim yapmak için adam vurmaya, eğlence mekânlarını basarak, isimlerinden söz ettirmek istediler. Hatta daha ileri giderek, en etkili yol olarak gördükleri gazetecileri öldürdüler. O dönemin kurbanları sadece haber yaptığı için 36 yaşındaki Sami Başaran 1990 yılında da Kamil Başaran öldürüldü.

İşte o yıllarda ben Hürriyet Haber Ajansı muhabiri olarak görev yapıyordum. O zaman babalar Antalya’da rant kapma peşindeydiler. Biri gidiyor biri geliyordu. Aynı zamanda tatil için de bu güzel kenti kullanıyorlardı. Gece barları, eğlence mekânlarını gezerek magazin haberi yapmaya çalışırken, en çok sıkıntıyı çeken bir işi yapıyordum. O yıllarda bu işi yapmaya yürek isterdi.

Nereye gitsen babalardan, mafya kılıklı insanlardan geçilmiyordu. Bir gün Antalya’nın tanıdık isimlerinden oluşan bir gurup, gece Clüp 29’a geldiler. Ben ve misafirlerim de o gün o mekandaydık. Birden Clüp 29’un tanınmış şef garsonu yanıma gelerek, ‘’Rıza abi bizi unutmasın bugün misafirlerim var’’ diye haber yollamış. Aslında o gün tezgâhı kapatmıştım ama Dedeman Oteli karşısındaki Rıza Restorandın sahibi olan bu insanla hukukumuz vardı. Makinamı alıp yanlarına gittim. Hemen hemen hepsi bir iki kişi hariç tanıdık simalardı. Hatta aralarında Komiser Kemal’de vardı. Resim için kendi üslubumla masaya çeki düzen verdirdikten sonra deklanşöre bastım. Teşekkür ettiler. Tam oradan ayrılırken aynı masadan bir el bileğimi tutarak, ‘’Bir daha benden izin almadan çekersen’’ diye küfretti. Bende ‘’Bak beyefendi masanızda sevdiğim insanlar var yoksa sana cevabını verirdim. Terbiyeli ol’’ demekle yetindim. Buna kızan adam elini beline attı. Bende ‘’Ne o popon mu kaşındı. Terbiyeli ol, seni denize atarım’’ diye bağırınca, silahı çekmekten vazgeçti.

Ben masadan ayrıldıktan sonra dışardan adamlarını çağırtarak, beni öldürtme talimatı vermiş. Meğerse ben Sami Başaran’ı öldüren katilin bir yakınına kardeşi çatmışım. Benim bu yaşananlardan haberim yok birden şef garson gelerek, ‘’Mahmut abi. Bu masa rezervliydi, sahibi gelmez diye size verdim ama geldi. Üzgünüm size yukarda özel bir masa yaptık buyurun deyip bizi kapalı alana aldı. Beni öldürmek için gelmişler ama beni bulamayınca geri dönmüşler…

İşte böyle yılları yaşıyorduk…

O yıllarda Antalya adeta sinema platosuydu. Yeşilçam’ın kalbi Antalya’da atıyordu. Dizi çekimleri, sinema çekimleri, televizyon müzik magazin program çekimleri hep Antalya da yaşanıyordu. Ben inanın neredeyse 24 saat çalışıyordum.

Birçok sanatçıyla arkadaş, kanka olmuştuk. Dertleşir konuşurduk. O yıllarda maalesef neredeyse tüm sanatçılarımız bir mafya bozuntusu koruması altındaydı. Koruma bahanesiyle çökme yapıyorlardı. En çok üzüldüğüm bazı hanım sanatçıları zorlayarak yatağa atıyor, aksi taktirde ölümle tehdit ediyorlardı. En starından, yeni yetmelere kadar aynı kaderi paylaşıyorlardı. Devlet sanki yoktu.  Bu gördüklerim ve yaşadıklarımı Antalya’da Emniyet Müdürlüğü yapmış ardından da Edirne Valiliği yapmış rahmetli Mehmet Canseven’e bir sohbet neticesinde anlattım.

Mehmet Canseven hemşerimdi. Birçok ortak dostlarımız vardı. İyi bir polisti. İyi bir devlet adamıydı. Bu söylediklerimi dinledikten sonra kısa ve öz konuştu. ‘’DEVLET İSTEMEZSE GÖKTEKİ KUŞ KANAT ÇIRPAMAZ’’ dedi ve konuyu kapattı.

O günden bugüne hep o söz kulaklarımda çınlar. Bu günkü halimize baktığımda ne kadar isabetli ne kadar açık bir söz olduğu aklıma geliyor.

Evet maalesef kasetler iddialar ülkemizin içinde bulunduğu o yıllarla, bu yıllar arasında değişen hiçbir şeyin olmadığını görüyorum.

Vaziyet iyi değil…

Gidiş çok fena…

Ne diyelim, HAYDİ HAYIRLISI…