1795 senesinin kışı İstanbul’u kasıp kavurmaktadır. İstanbul’a Belgrad Ormanlarından taşınan ağaç ve odunlar bile karaborsaya düşmüştür. Odunun çekisi “2” paraya kadar çıkmıştır. Bir bakıma dünya imparatorluğunun merkezi olan Topkapı Sarayı’nda, o zamanlar Haremi ve hizmetkârları, Bostancıları ve Enderun’u ile aşağı yukarı dört bin can yaşamaktadır. Odaların duvarları en fazla dört metreye varıyor ve Haremin büyük kısmı büyük bir kısmı hariç, her taraf taş. Ama harem de odun sıkıntısından hiç söz edilmiyor. Bir kişi hariç: Dağıstan’dan getirilmiş olan on yedi yaşındaki cariye Dilfezâ. Dilfezâ, yabanî. Bir dağ kuşu kadar ürkek, ama bir kaya üstündeki kartal kadar yabanî. Bir kedi kadar munis, bir kaplan kadar yırtıcıydı. Şaşkına dönen Üçüncü Selim, ertesi gün Haremağası’na şöyle demiş: “Zinhar ola ki, Dilfezâ’ya bir kötülük gelmeye. Ne gelirse, bin misli başına gelecek bil. Tâ, kendisi razı oluncaya kadar” Bir zamanlar Hurrem Sultanın yaptığı gibi, Dilfezâ’nın bu hareketi de Haremde büyük bir merak uyandırmış. Nedir bu Dağıstanlı, sarı sırma saçlı, yeşil deniz gözlü kızın marifeti ki, padişah visalini reddetmesine rağmen sürülmüyor, taşra çıkarılıp evlendirilmiyor da, bu itibarı görüyor. Dilfezâ’ya dokunmak kimin haddine? Üstelik hükümdarın saz âlemlerine en başta o çağrılıyor, köşe minderinde ağırlanıyor, herkes gittikten sonra, Cihan padişahı ile sohbetlerde bile bulunuyor. Sonra, burnundan kıl aldırmamacasına, kimsenin yüzüne bakmadan odasına çekiliyor. Dilfezâ’nın odası Galata sahiline bakıyor. Galata sahiline açılan bahçede ise bir cami var. Caminin minaresi oldukça kısa tutulmuş. Buradaki ezan daha ziyade harem halkına okunduğu için imamlar ve müezzinler haremin haremin üst katlarını görmesinler diye minarelerinin boyunun kısa yapıldığı söylenir. Ölen saraylıların ve bilhassa saray kadınlarının cenazeleri de bu camiden kaldırılırdı. Dilfezâ, ezandan önce odasına çıkmakta ve minareye açılan pencereye gitmektedir. Bu durum, her ezan vaktinde tekrarlanmaktadır. Caminin müezzini Hoş Sedâ Merzifonlu Yusuf, daha camiye gelirken Dilfezâ pencereye oturmakta ve ezanı dinledikten sonra odasına çekilmektedir. Dilfezâ’yı kıskananlar bir süre kendisini ilemekle kalmamış, onun gönlünü bir erkek güzeline, davudî sesli müezzine kaptırdığını kulaktan kulağa yayrlar. Bu fısıltılar, Haremağası Cevher Ağa’ya kadar ulaşır. Haremağası bir bakıma, kızlardan zaman zaman rüşvet bile kabul eden kişidir. Oysa Dilfezâ, o güne kadar en ufak bir hediye değil, yüz bile vermemiştir. Olayı bir de kendisi izlemek isteyen Cevher Ağa samur kürküne bürünüp, cariyeler dairesine açılan kapının arkasına saklanır ve sabah ezanı okunmadan önce pencerenin önüne gelen Dilfezâ’yı suçüstü yakalamak ister. Fakat Dağıstanlı kızın bir tokadı ile dört dönemeçli merdivenden aşağı yuvarlanır. Gözü şakağından alnına kadar moraran, sol yanağı, dört tırnakla çizilen Cevher Ağa durumu padişah Üçüncü Selim’e anlatır. Selim şaşırıp kalır. Dilfezâ , huzurda hiçbir şeyi gizlemez. O gün, cariyeler koridrundaki odaya kapatılır. Cevher ağar, bu gardiyanlık işini yürekten yapar. O süre içinde, genç irisi, yakışıklı müezzin sorguya çekilir. Üçüncü Selim, bu sorgulamayı kafes ardından bizzat dinler ve öğrenir ki, delikanlı Dilfezâ’nın varlığından bile haberdar değildir. Padişah Üçüncü Selim, Cevher Ağa’ya rağmen Dilfezâ’nın şaşkınlıktan dilini yutmak üzere olan müezzine verilmesini emreder. Beşbin altın çeyiz ve atiye ile gelin edilir genç kız. Ancak değil sarayda, İstanbul’da kalmasında bile sakınca vardır. Merzifonlu Müezzin Yusuf, Bulgaristan’ın Tırnova şehrindeki sevgi, muhabbet anlamına gelen Maşukiye Camii’ne imam tayin edilir. Her yıl Ramazan ve Kurban Bayramı’nda bu genç çifte kimsenin haberi olmadan hediyeler gönderilir.