Mimar Uzelkov, mezarlık kilisesinde yapılacak bazı onarımlar için doğduğu kente gelmişti. Burada doğmuş, okumuş, büyümüş, evlenmişti ama trenden inip evlere bakınca kenti tanıyamadı… Değişmeyen bir şey yok gibiydi. Bu kentten ayrılıp Petersburg’a yerleştiği on sekiz yıl önce, şimdi garın bulunduğu yerde çocuklar geleni avlarlardı. Ana caddeye çıkılan yerde “Viyana Oteli” yükselmekteydi, oysa eskiden burada çirkin bir tahta çit uzayıp giderdi. Ama ne duvarlar, ne evler, ne de sokak görüntüleri insanlar kadar değişikliğe uğramıştı. Oteldeki görevliyi sorguya çeken Uzelkov, anımsayabildiği insanlardan yarısının ya öldüğünü ya da yoksullaşarak unutulup gittiğini öğrendi. Kaldığı otel odasında bir süre dolaşan Uzelkov biraz düşündükten sonra yapacak başka bir işi olmadığı için, avukatı görmeye karar verdi. Otelden çıkıp yavaş adımlarla Kirpiçni Sokağı’na saptığı zaman vakit öğleyi bulmuştu. Şapkin’i dairesinde bulduğunda onu güçlükle tanıyabildi. Gençliğinde ince yapılı, hareketli, becerikli, saygısız bir avukat olan sarhoş Şapkin gitmiş yerine alçakgönüllü, ak saçlı çöp gibi sıska bir ihtiyar gelmişti. Çok güzel! Birlikte yer, içer, sonra kalkar gideriz. İyi atlarım vardır. Sizi oraya götürür, kilise yöneticisiyle tanıştırırım… Göreceksiniz, işleriniz hemen yoluna girer. Şey, bakıyorum da benden çekiniyor, korkuyor gibisiniz… Şöyle yakın gelin! Artık aramızda korkacak bir şey kalmadı… Kah-kah! Eskiden gerçekten kurnaz, açıkgöz bir adamdım. Elini veren kolunu kurtaramazdı. Ama şimdi çoluk çocuğa karıştım, iyice duruldum. Artık ev bark edindik, yaşlandık, ölümü bekliyoruz. On bin rubleyle mi? Çok kötüydü diyebilirim… Bilmem ki, para mı gözünü döndürmüştü, yoksa parayla satıldığı düşüncesine kapılıp gururu mu ayaklanmıştı, yoksa sizi çok sevdiğinden mi, orasını anlayamadım. Birden içkiye verdi kendini. Subaylarla birlikte kızaklara binip parasını saçıp savuruyordu. İçki alemleri, cümbüşler, eğlentiler… Meyhaneye geldiği zaman şarap türünden hafif bir içki değil, içini yaksın, çabuk sarhoş etsin diye en sertinden konyak filan içiyordu. Olmuş-bitmiş bir iş… gizleyecek değilim… cebe attım. Niye bana öyle baktınız? Bekleyin, hepsi bu kadar değil. Bakın, daha neler oldu… Koca bir roman, anlatmakla bitmez… Bir gün eve kötü bir durumda, kafam dumanlı dönmüştüm. Lambayı yakınca bir de ne göreyim, kanepede Sofya Mihaylovna oturmuyor mu? Sanki cehennemden çıkıp gelmişti öylesine karmaşık duygular içinde, sarhoş, kendini kaybetmiş… “Paralarımı geri verin, düşüncemi değiştirdim. Madem ki battım, iyice batayım, batağa gömüleyim! Hadi kımıldasanıza, alçak, verin paraları!” diye bağırıyor. Tam bir rezalet! Kızak gömütlüğün girişinde durdu. Uzelkov’la Şapkin kızaktan indiler, gömütlüğe girip geniş yolda yürümeye başladılar. Çıplak vişne, akasya ağaçları, boz haçlar, mezar taşları, kırağıdan ışıl ışıldı. Güneşin pırıltısı yerleri örten kırağı taneciklerinde yansıyordu. Bütün gömütlükler gibi burası da günlük ve yeni kazılmış toprak kokuyordu. Uzelkov’un içine bir hüzün çökmüştü. Bir zamanlar sevilmeyi istediği gibi şimdi de hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordu. Bu ağlamanın çok hoşuna gideceğini, ruhuna bir ferahlık getireceğini hissediyordu. Gözlerine yaş yürümüş, ama bir yumruk gelip boğazına tıkanmıştı. Yanında Şapkin vardı. Uzelkov bir başkasının yanında yufka yüreklilik göstermekten çekindiği için geriye dönerek kiliseye doğru yürüdü. Aradan iki saat geçip, arkadaşıyla birlikte kilise başkanıyla görüştükten sonra bir fırsatını bularak ağlamak üzere doğruca oraya koştu. Uzelkov, “Ağlamalı, durmadan ağlamalı…” diye düşündü. Ancak ağlama durumu kalmamıştı artık… Gözlerini ne denli kırpıştırsa, kendini ne denli zorlasa da göz yaşları akmıyor, yumru gelip boğazına durmuyordu. Orada on dakika kadar dikildikten sonra boş verircesine elini sallayıp Şapkin’i aramaya gitti.