Bugün yaşadığımız dünyada rekabetçi bir ortam var. Bunun nedeni kaynakların kısıtlı, ihtiyaçların sonsuz olmasıdır.

Rekabetçilik kalabalık ailelerde daha küçük bir çocukken sofra başında karşımıza çıkar. Beraberinde bazı endişeler oluşur. ‘Yiyeceklerden payıma düşeni alabilecek miyim? Diğerleri hakkımı yiyebilirler mi?..’ Ebeveynler işin içindelerse ve doğru olanı yapıyorlarsa orada bir düzen vardır. Endişeler azalır. Daha sağlıklı bireyler yetişme olasılığı yüksektir. Ebeveynler kayırma yapıyorlarsa travmalar baş gösterir.
Sonraları yaşamımıza okul ve işyeri girer. Buralardaki rekabet ortamı ve buna karşı tutumumuz gelecekteki yaşam kalitemizi belirler. Yıllar geçtikçe kıt kaynakların paylaşımında takınacağımız tutum böylece gelişmeye başlar.
Daha fazlasını isteyen miyiz? Aza razı olan mıyız?
Sonra bir gün kurumlarıyla, kuruluşlarıyla, ticaret hayatıyla dev bir yapı ile karşı karşıya kalırız.
DEVLET.
İhtişamıyla, gizli/gizemli yapısıyla, karmaşık iş ve işlemleriyle karşımızda duran bu ‘Devlet’ de neyin nesi?
Özgür Ansiklopedi Wikipedi’ye göre ‘Devlet, toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlıktır.’
Oxford Sözlüğe göre (1) ‘Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal örgütlü bir ulusun ya da uluslar topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık.’ (2) ‘Toplumun siyasal örgütlenişi ve örgütlerinin tümü.’
Ansiklopedi ve sözlükleri karıştırırsak -farklı bakış açılarıyla yapılmış- onlarca ‘DEVLET’ tanımı ve onlarca kitap bulabiliriz. Ama bence uzun uzun anlatmaya gerek yok.
Devlet, sofrada yumurtaları kardeşlerinle kapıştığın sırada sizi durdurup eşitçe paylaştıran annen/ailendir. Senin gibi bireylerden oluşan ve adına toplum denen şeyin birlikte oluşturduğu bir korunma ve paylaşım sisteminin adıdır.
Devlet aslında sensin, bizleriz, hepimiziz.
Aramızdan birilerini bazı koltuklara oturtup ‘Bizim adımıza sen yapacaksın.’ dediğimiz kişilerce yürütülen bir yapıdır. ‘Sen öğretmen ol, sen mühendis ol, sen cumhurbaşkanı ol, sen doktor ol,..’ deriz ve onları orada -kendi adımıza- görevlendiririz.
Devletten beklentimiz evde annenin sunduğu üretimi ve hakça paylaşımı, babanın sunduğu güvenliği aile kurumunun sunduğu eğitim, adalet ve sağlık gibi hizmetleri sunmasıdır. Ailenin bizim için sunduğunu devletin tüm topluma sunması beklenir. Bu durumda birilerinin böbürlenerek -emanet koltuğun- havasını atmasına izin vermemek gerekir.
Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey’in akıl hocası Edebali’nin ünlü bir sözü vardır. “Ey oğul, insanı yaşat ki, devlet yaşasın.” Bireylere değer verilmesi gerektiğinin yanı sıra devletin temel taşının birey olduğu bu özlü sözle vurgulanmıştır.
İnsanın yaşatılması mutlu, huzurlu, varlıklı, güvenli bir ortam sağlanmasından başka bir şey değildir. O halde devlet mekanizmasında görevlendirdiğimiz kişi ve kurumların bazı sorumlulukları olmalıdır. Onlar da beklentilerimizi yerine getirmek için çaba içinde bulunmak zorundadırlar. Görevlendirilen kişiler zamanla yozlaşır, halktan uzaklaşır, talepleri önemsemez ve kendi çıkarlarının peşine düşerlerse orada büyük sıkıntılar oluşur. Ve sonuçta yıkım kaçınılmazdır.
Peki, ne yapmalıyız?
Yanıt çok basit. İstemeliyiz. Israrla istemeliyiz. ‘Ben oyumu verdim, işim bitti ya da ben muhalifim, bana bir şey vermezler.’ diyemeyiz. Yol, okul, köprü değil… Onları zaten yapmak zorunda.
Özgürlükler, adalet, eğitim, sanat alanlarında taleplerde bulunmalıyız. Basının daha özgür olmasını, yargının daha bağımsız olmasını, kurumların daha kaliteli hizmet sunmasını istemeliyiz. Şeffaflık istemeliyiz. Yaşam standardımızı yükseltecek çalışmaları yapmasını istemeliyiz. Kaliteli bir yaşam istiyorsak aza razı olmamalıyız. Yeterince istersek imkansız diye bir şey yoktur. Sağlıcakla…