Halide, 11 Haziran 1884’te, İstanbul Beşiktaş’ta, Ihlamur yakınlarında, daha sonradan Mor Salkımlı Ev diye adlandıracağı evde, Fatma Berifem Hanım ve Mehmet Edib Bey’in kızları olarak dünyaya geldi. Mehmet Edib Bey, II. Abdülhamit döneminde Ceyb-i Hümayun Katipliği (Padişah Hazinesi Katipliği), bundan başka Yanya ve Bursa Reji Müdürlüğü yapmıştı. Annesi Fatma Hanım, Halide daha çok küçükken veremden öldü. Annesizliğin getirdiği bir olgunluk düştü Halide’nin üzerine. Boğaziçi’nin yeşillikleri arasında büyüdü. Babasının eğitime özen gösteriyor olması yönünden oldukça şanslıydı. Mehmet Bey, Britanya’nın aydınlığa ve modernliğe giden yolu çoktan keşfetmiş olduğuna inanıyordu. Bu sebepten çocuklarının eğitimi için araştırmalar yaparken kriterleri bu değerlerden geçiyordu. Aslında bu dönemin getirisi, üst sınıf Müslüman kadınlar için eğitim veren özel hocalardan birini seçmekti. Ancak Mehmet Bey kriterlerini karşılayan, İngilizce eğitim veren Üsküdar Amerikan Kız Koleji’ni tercih etmişti. Kolejin son sınıfıydı. Bu okul onun sadece tüm ömrünü perçinleyecek eğitiminin ilk adımı değildi. Bir de Salih Zeki Bey’i getirdi hayatına son sınıftayken Matematik Öğretmeni idi. 1901’de mezun olur olmaz kendinden hayli büyük Salih Bey ile evlendirildi. Yaşadığı dönemde bu oldukça büyük bir adımdı. Bir kadın olarak yazı ve yayım dünyasında edindiği yer, toplumda büyük fark yarattı. 1908 Temmuz’unda Osmanlı İmparatorluğu’nda II. Abdülhamit’in sona ermesi ve Meşrutiyet’in yeninden ilan edilmesiyle gerçekleşen Jön Türk Devrimi ile Halide Edib, artık “Yazar oldum” diyebilmişti. Üstelik çok geçmeden adı da yayıldıkça yayıldı ve giderek ünlendi. Bir yazarın yazdıkları ile ünlenmesi elbette iyi bir şeydi. Ancak Halide, yazdıklarından sebep tehdit mektupları almaya başlamıştı. Osmanlı’daki muhafazakar çevrenin tepkisini çekiyordu. 1909’da, İttihat ve Terakki Cemiyetine karşı yapılan 31 Mart Ayaklanması sırasında öldürülme endişesi ile iki oğlunu da alarak kısa bir süre için Mısır’a gitti. Halide, zor zamanlara doğduğunun ve bu zamanda yaşamak zorunda olduğunun farkındaydı. Sadece onlar değil ya, tüm dünya bir hal içindeydi. Bir olaya uzaktan bakmaktansa, onun bir parçası olmayı tercih etmişti sadece, hepsi bu. 1916’da, savaş devam ederken Hoca ve Maarifçi olarak, Nakiye Hanım ve Hamdullah Suphi ile Cemal Paşa’nın daveti üzerine Suriye’ye, oradan Lübnan’a ve Şam’a gitti. 1916’nın Eylül ayında yeniden İstanbul’daydı. Onun hayatı, yazarlık ve eğitmenlik şeklinde iki koldan oluşuyordu ve nihayetinde ikisi de memleketine dayanıyordu. Ülkesine dönmüştü dönmesine, ama bir yandan da savaşın çirkin yüzü insanlarda müthiş bir ümitsizlik yaratmıştı. Halide de nihayetinde çelikten değildi. Bu ümitsizlik meselesi Halide’ye yazarlığın döneminde önemini yitirdiği düşüncesi olarak yansımıştı. Hayattaki var oluşunu eğitim ile desteklemeye karar vermişti. Cemal Paşa’nın Lübnan ve Suriye’de mektep açma çağrısını da işte tam olarak bu ümitsizlik psikolojisinden sebep hiç düşünmeden kabul etmişti. Mektep açma faaliyetlerini yürütmek ve Ayni Tıra Yetimhanesi’nin başına geçmek için geldiği bölgeye geri döndü. 1921’de Halide Edib, Ankara Kızılay Başkanı’ydı. Aynı yılın Haziran ayında da Eskişehir Kızılay’da hasta bakıcılık yapıyordu. Savaş ortamında onun gözü de gönlü de iş ayırt etmiyordu. Bir yandan da orduya katılmak istiyordu. Orada daha faydalı olacağını düşünüyordu. İsteğini bir telgrafla Mustafa Kemal’e iletti. Halide, cephe karargahında görevlendirildi. Sakarya Meydan Muharebesi’nde de onbaşı olarak görev aldı. Ayrıca Tetkik-i Mezalim Komisyonu’nda da Yunanlıların halk üzerinde bıraktığı tahribatı incelemek ve raporlamakla görevliydi. Soyadı Kanunu, 21 Haziran 1934’te kabul edildi ve 2 Temmuz’da da Resmi Gazete’de yayımlandı. 2 Ocak 1935’te de yürürlüğe girdi. Kanun çıkmasına çıkmıştı ama bu duruma tepki gösterenler de vardı. Gereksiz olduğu düşünülüyordu. Onlardan biri de Halide Edib idi. “Ben zaten meşhur biriyim. Benim gibi birinin soyadı almasına gerek yok” diyerek karşı çıkıyordu. Mustafa Kemal, ilk soyadı alan isimdi. Ona Atatürk soyadı verilmişti. 1955’te Halide, her an her koşulda yanında bulunan hayat arkadaşı Adnan Bey’i kaybetti. Bu onun için çok sarsıcı bir kayıp olmuştu. Bundan böyle bir yanı eksik kalacaktı. 9 Ocak 1964’te de kendisi bu dünyaya kapadı gözlerini. Vücudu, böbrek yetmezliği olarak göstermişti tepkisini. Oysa belli ki, onun en çok ruhu ağrımıştı. Geride savaştan çıkan kitaplarını, ömürlük tecrübelerini ve kitaplarının her bir sayfasına alenen sakladığı vatan sevgisini bırakan cansız bedeni, Merkezefendi Mezarlığı’na defnedildi.