Bir üfürüşte tüm mumları söndürdü. Öyle bir üfürüşle üfürdü ki, minik ciğerlerinde hava kalmacasına üfürdü. Sanki üfürürken kahır rüzgarı ve hüzünle yaralanmış bir ciğer yarasının acısıyla üfürüyordu. Bu azap rüzgarı gibi üfürüşte, mumlar daha nefes dudaklardan çıkmadan acıya dayanamayarak birden sönüverdiler. Mumlar sönmüş sönmesine fakat, çocuğun gönül acısından siyah dumanlara büründü. Mumların bu halde çocuğun üzüntüsüne ortak olmasını etraftakiler, neşelerinden ve sevinçlerinden fark edemediler. ‘‘İyi ki doğdun’’ yazılı pastanın üstünde beş tane mum diziliydi. Demek ki beş yaşına girmiş. Daha beş yaşına yeni adım atmıştı ve mini minnacık bir yürek ve ciğer taşıyordu. Bu kadar küçük olmasına rağmen o minicik yüreği büyük bir yük yüklenmişti. En çok sevdiği kişinin hasreti. Mumlarının hepsinin bir üfürüşte sönmesinden bir neşe uğultusu oluştu ve arkasından da alkış tufanı koptu. Tebrik etmek için birbirleriyle yarışa giriştiler. İyi ki doğdun, mutlu yıllar, nice yıllar söz tebrikleriyle yanacağına öpücük yağmuru kondurdular. Herkes son derece mutluydu. Yüzlerinde sevinç gülücükleri hakimdi. Fakat bizim çocuk kendisini kutlamak için öpmek isteyenlere, henüz dalından yeni düşmüş yaprak gibi durgun ve donuk yanağını uzatıyordu. Oradaki herkes büyük sevinçle onu kutlamışlar, öpmüşler, sarılmışlar ve alkışlamışlar. Bu kadar tebriğin öpücüğün yanında bir kişinin, kendisi için ayrı bir öneme sahip olan bir kişinin kutlamasının, öpmesinin ve sarılmasının eksikliğini hissediyordu. Kutlama şöleni sona erince, sıra doğum günlerinin en gözde ve heyecanlı bölümüne gelinmişti. Hediyelerin verilme anı. Bu an doğum günü çocuğunun iple çektiği andır. Fakat bizim çocuk hediyeler bir bir kendisine verilirken o kuru bir ‘‘Teşekkür ederim’’ sözü ağzından çıkar ve hediye paketlerini açmaz, olduğu gibi kenara bırakır. Herkes elinden geldiği kadar onu neşelendirmek istiyordu. O kadar uğraşmalarına rağmen bir türlü neşelenmiyor, neşelenemiyordu. Öylece donuk soğuk bir şekilde partiyi izliyordu. Parti kendisinin partisiydi. Doğum günü onun doğum günüydü. Ne yazık ki en mutsuzu o idi. Çocuklar oynuyor, pastadan yiyor ve içecekleri de içiyorlar. Büyükler de kendi aralarında koyu sohbetlere dalmışlardı. O ise bir kenarda bir kişinin burada doğum günü partisinde bulunmamasının ezikliğini, burukluğunu yaşıyordu. Parti bitmiş. Yenilmiş, içilmiş tabaklar, bardaklar boşalmıştı. Sadece bir tabak ve bardak hiç dokunulmamış hatta çatal bile tertemizdi. En sonunda misafirler gitmişti. Geriye ev sahipleri olan annesi, anneannesi kardeşi ve kendisi kalmıştı. Kardeşi televizyonun başına geçti kendisi de odasına gitti. Giderken gözlerindeki nemleri yani gözyaşlarını saklıyordu. Odasına girdiğinde kendisini duygularına teslim ederek ağlamaya başladı. İç çekerek, içli içli ağlıyordu. Ne olurdu da babası ile hep birlikte doğum gününü kutlasalardı. ‘‘Ah zavallı babacığım şimdi ne haldesindir’’ diye hem ağlıyor hem de babasını düşünüyordu. Babası, elinde telefon, galeriye girmiş bir iki yıl önceki fotoğraflara bakıyor. Bilhassa biricik yavrusunun üçüncü ve dördüncü doğum günlerine ait fotoğraflarına bakar, bakarken de hüzünlü, üzgün ve bitmiş bir vaziyetteydi. Elinde ki telefon titrek ve camında bir iki damla su vardı. (Alıntı)