1874 yazında, New York’taki Bronson & Jarrett ticarethanesi adına, iş için Liverpool’a gitmiştim. Benim adım William Jarrett, ortağımın adı da Zenas Bronson. Şirket geçen yıl batmış ve Bronson da varlıktan yokluğa düşmeyi kaldıramayıp ölmüştü. İşlerimi hızla bitirmiştim ve bundan kaynaklanan bir halsizlik ve bitkinlik duyuyordum. Uzatmalı bir deniz yolculuğunun hem mantıklı hem de faydalı olacağını hissettiğimden geri dönüşüm için lüks, buharlı bir yolcu vapuruna binmektense, satın aldığım, bana büyük ve paha biçilmez bir faturaya patlayan malları da yüklettiğim yelkenli gemi Morrow’da New York’a yer ayırttım. Morrow, ben, genç bir bayan ve onun orta yaşlı zenci hizmetçisinden oluşan yolcularına pek az konfor sunan bir İngiliz gemisiydi elbette. Seyahatteki bir İngiliz kızının yanında böyle bir hizmetçinin bulunması tuhaf geldi bana, ama daha sonra açıkladığına göre bu hizmetçi, genç hanımın ailesine babasının Devonshire’daki evinde ikisi de aynı gün ölen bir adamla karısından kalmış. Genç hanımla daha sonraki konuşmalarımızda ölen adamın adının da benimki gibi William Jarrett olduğunu öğrenmiş olsaydım bile, anlattığı, başlıbaşına hafızamda yer edecek sıradışılıkta bir durumdu. Ölen adam, benim akrabamdı herhalde. Ailemin bir kolunun zamanında Güney Carolina’ya yerleştiğini biliyordum, ama onların başlarından geçenler hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Bir an için, yüzünü başka yöne çevirip suskun kaldı son derece kaba ve uygunsuz davrandığımdan korkmaya başladım, ama sonra gözlerini ciddiyetle benimkilere dikti. Aklımı bir anda, insan bilincine girmiş en tuhaf hayal işgal etti. Sanki bana o GÖZLERLE değil, o GÖZLERİN ARDINDAN bakıyordu ve o gözlerin adeta çok uzaklarında bir yerden birtakım başka insanlar, yüzlerinde tuhaf bir biçimde tanıdık gelen ifadeler bulunan erkekler, kadınlar ve çocuklar, aynı göz yuvarlaklarının ardından nazik bir şevkle bana bakmaya çabalayarak onun etrafında kümelenmişlerdi. Gemi, gökyüzü, okyanus, hepsi ortadan kaybolmuşlardı. Bu sıradışı ve fantastik sahnedeki figürler dışında hiçbir şeyin bilincinde değildim. Sonra birden üzerime bir karanlık çöktü ve loş ışığa derece derece alışan biri gibi biraz önce çevremde bulunan güverte, direk ve halatlar yavaşça gözüme görünmeye başladılar. Bayan Harford gözlerini kapamış, okuduğu kitap kucağında açık, belli ki uyuyakalmış bir şekilde sandalyesine yaslanmıştı. Hangi güdünün beni bunu yapmaya sevk ettiğini söyleyemeyeceğim, ama sayfanın üst kısmına bir göz gezdirdim. Bayan Harford bir ürpertiyle uyandı güneş ufukta batmıştı, ama hava soğuk değildi. Tek bir esinti yoktu gökyüzü bulutsuzdu, ama yine de tek bir yıldız bile görünmüyordu. Güvertede telaşlı adımlar yankılanıyordu kaptan aşağıdan çıkarak, ayakta dikilip barometreye bakan birinci subaya katıldı. “Aman Tanrım!” diye haykırdığını işittim. Bir saat sonra, Janette Harford’un karanlıkta ve dalgalar arasında artık göremediğim görüntüsü, batan geminin amansız anaforuyla elimden çekip alındı ve kendimi bağladığım suyun üstünde yüzen gemi direğinin halat donanımının arasında bayıldım. Beni kendime getiren bir lambanın ışığı oldu. Bir buharlı gemi kamarasının tanıdık gelen ortamında, ranzada yatıyordum. Karşımdaki kanepede, kitap okuyan, yatağa girmek üzere olduğundan yarı çıplak bir adam duruyordu. Tam ayrılacağım gün Liverpool’da karşılaştığım, o gün beni, kendisine eşlik etmem için binmeye ikna etmeye çalıştığı ‘Prag Şehri’ adlı buharlı gemiyle denize açılan arkadaşım Gordon Doyle’un yüzünü tanıdım. Birkaç saniye sonra ismini söyleyebildim. Sadece, “Evet,” demekle yetinip gözlerini kitabından ayırmadan bir sayfa daha çevirdi. “Bazılarına uzaklara sürüklenip bir süre vücudundan ayrı kalmak nasip olur çünkü, tıpkı aynı yatakta akan derelerden güçlü olanın zayıf olanı sırtında taşıdığı gibi, yolları kesişen, aralarında kan bağı bulunan kişilerin ruhları da, bedenleri, olan bitenin farkında olmasa bile, önceden belirlenmiş yollarında giderlerken, yanlarında refakatçi taşıyabilirler.”