En sık yaşanan doğal afetlerin sağanak yağışlar, sel, hortum, fırtına, kuraklık-çölleşme ve orman yangınları olduğu görülmektedir. Bu afetler, coğrafyamızda neden oldukları can kayıplarının yanında büyük ekonomik kayıplara da yol açmaktadır.

Peki, iklim değişikliği bir doğa olayı veya doğal olay mıdır? Yoksa kapitalizmin yarattığı bir felaket midir?

İnsan ve doğa arasındaki ilişkinin tarihi, insanlığın tarihi kadar eskidir. İlkçağ insanlarının doğaya yönelmelerinin temelinde doğaya egemen olma değil, onun bir parçası olma çabası vardır. İnsanın ihtiyaçları, birlikte ve toplu bir halde yaşamayı zorunlu kılmıştır. İnsan beslenme, barınma, ısınma gibi temel ihtiyaçlarını yerine getirebilmek için çevresinden faydalanır. İnsan binlerce yıldır bu yaşamsal faaliyetleri gerçekleştirirken çevresini de değiştirmektedir.

Kapitalizm öncesi toplumlarda da doğanın tahribatı vardı. Yine de doğa bu dönemde kendini yenileye biliyordu. Kapitalizmle birlikte bu denge bozuldu. Onun bu kâr güdüsü karbon salımının artmasına, doğal kaynakların tükenmesine, doğa ve canlı yaşamının tahrip edilerek Ekolojik dengenin bozulmasına neden olmuştur.

Bugün dünyada ve ülkemizde doğal kaynaklar azalıyor. Su, toprak ve hava kirleniyor. Canlı türleri hızla yok oluyor. Evimiz olan gezegen ölüyor. İnsanlık bir iklim krizi ile karşı karşıya. Bu küresel felaketin oluşmasında kapitalizmin bu Neo liberal evresinin etkisi büyüktür. Ülkemizde tarımsal üretim alanları, sular, dereler, ormanlar, meralar, yeraltı katmanları kapitalizmin metalaştırma saldırılarına maruz kalmıştır. Buralar imara açılmış, sit alanlarına ve dere yataklarına inşaat ruhsatları verilmiştir. Altın madenleri için altın ayrıştırmasında siyanür kullanılarak orman alanları ve tarım alanları yok edilmiş, insan sağlığının şifası olan 10 binlerce zeytin ağacı katledilmiştir.

Kapitalist sistemin yıkıcı politikalarının en tehlikelisi olan küresel ısınmanın sonucunda iklimin ortalama durumunda değişiklikler meydana gelir. Bu da iklim değişikliği olarak adlandırılmaktadır. Sera etkisi dünyamızın sürekli ısınmasına neden oluyor. Bilim insanları gezegenin son 150 yılda 1 derece ısındığını ve eğer karbon salınımı durdurulamazsa bu ısınmanın 2030 yılında 1,5 dereceyi bulacağını, kritik eşiğin ise 2 derece olduğunu vurguluyorlar. 

Türkiye, konumu itibariyle küresel ısınmanın etkilerinden en fazla oranda etkilenecek ülkeler arasında yer almaktadır. Yapılan araştırmalara göre, iklim değişikliği ülkemizde en çok Akdeniz Havzası’nı etkiliyor. Bölgedeki sıcaklık artışı dünyanın diğer bölgelerine oranla daha yüksek gerçekleşiyor. Akdeniz Havzası’ndaki ortalama sıcaklıklar Sanayi Devrimi öncesindeki döneme kıyasla 1,5 derece arttı. Son yıllarda dünyanın birçok bölgesinde olduğu gibi ülkemizde de anormal doğa olayları, seller, kuraklıklar, aşırı sıcak hava dalgaları ve kontrol edilemeyen yangınlar yaşandı. Sıcaklık ve buharlaşma nedeniyle göl, baraj ve akarsulardaki su seviyesi düştü. Nehir ve göllerimiz kurumaya başladı. Dünya Doğayı Koruma Vakfı’nın (WWF) raporuna göre, Türkiye’den 10 kent dünyada su riski yüksek kentler listesinde yer aldı. Bunlar arasında Antalya da vardı. Raporda, Akdeniz’de deniz suyu sıcaklığındaki artışın dünyadaki diğer deniz ve okyanuslara göre %20 daha hızlı gerçekleştiği ve ısınmanın etkisiyle sıcak denizlerden gelen yeni istilacı canlı türlerinin ortaya çıktığı belirtiliyor.

                                                                                                                                                                               İklim uzmanlarına göre iklim değişikliği önlenmezse 2˚C daha sıcak bir dünyaya doğru ilerliyoruz. Bu süreçte bizi neler bekliyor?

Akdeniz Bölgesi’ni önce şiddetli kuraklık ve çölleşme vuracak. Bu 2 derecelik sıcaklık artışı sonucu bölgede sadece kış ve yaz mevsimleri yaşanacak. Tarım ve turizm faaliyetleri tehlikeye girecek. Ürün çeşitliliği azalacak. Seracılık belki de son bulacak. Antalya turist çeken ve göç alan değil, göç veren bir merkeze dönüşecek. Araştırmacılar sıcaklık artışlarının şu anki gibi devam etmesi durumunda, yarım yüzyıl bile geçmeden canlı hayatının üçte birinin yok olacağını öngörüyor. İyi bir gelecekten söz edilmiyor. Korona virüs benzeri salgınların artacağı, bir bütün olarak Ekolojik krizin daha da derinleşeceği ve daha büyük bir felaket olan kitlesel yok oluş konuşuluyor.

Türkiye’de son yıllarda tarımsal üretimde ciddi bir daralma yaşanıyor. Yüksek enflasyon halkın alım gücünü iyice düşürmüş, gıda fiyatları kontrolsüz şekilde yükselmiştir. Gıdaya erişim giderek zorlaşmaktadır. Tüm bunlar karşısında iktidarın sürdürülebilir bir tarım politikasının olmaması var olan Ekolojik krizi de derinleştirmektedir. Oysa bu krizlerin öngörülmesi ve buna göre bir planlamanın yapılması gerekmektedir. Böyle giderse yakın süreçte Ekolojik krizin yanında çok ciddi bir gıda krizi de yaşanacaktır.

İklim değişikliği görüldüğü gibi bir doğa veya doğal olay değildir. Sorun suyun, toprağın, ormanın ticarileştirilmesidir. Kapitalizmin doğayı sermaye birikimi alanı olarak seçmesi ve tüm yaşam alanlarımıza saldırısıdır. Bu, kapitalizmin yarattığı bir felakettir. Geleceğimizi yaşamsal anlamda yakından ilgilendiren bu soruna elbette uzak kalamayız. Kapitalizme karşı doğayı ve yaşamı savunmaya devam edeceğiz. Ekoloji mücadelesi tüm canlılar için verilen bir mücadeledir.

Parçası olduğumuz gezegenimiz alarm vermeye devam ederken ulusal sınırlar içinde kalarak Ekolojik kriz durdurulamaz. Ekolojik krizin çözümünde küresel eksenli olmayan hiç bir hareket başarılı olamaz. Dünyanın küresel bir köye dönüştüğü böylesi kritik bir eşikte doğa ve insan merkezli olan, doğada karşılıklı dayanışma ve birlikte uyum içinde yaşamayı savunan uluslararası bir örgütlülüğe ihtiyaç vardır. Aynı zamanda bu örgütlülük çevresinde bütüncül bir mücadeleye ve güçlü bir dayanışmaya ihtiyaç vardır.

Kaynaklar: Türkiye’nin Biyocoğrafyası (Güven Eken ve Murat Ataol) Akdeniz Bölgesi İçin Küresel Isınma Senaryoları ve Bitkiler Üzerindeki Olası Etkileri (Sertan Çevik – Ayşin Güzel Değer)