Yapısı sömürü ve baskıya dayanan kapitalizm, tarihinin en büyük sistem bunalımını yaşamaktadır.
Ancak kapitalizmin krizlerini zor yoluyla aşabildiğine tarih süreçlerinde defalarca tanık olduk. 20. yüzyılda sistem krizlerini 1. ve 2. Dünya Savaşlarıyla aşan kapitalizm, bugün yaşadığı krizi yeni bir dünya düzeni oluşturma üzerinden, 3. Dünya Savaşı ekseninde Ortadoğu merkezli savaşı derinleştirerek sürdürmeye çalışıyor. Bu tür bölgesel savaşlar, vekalet savaşları olarak devam ediyor. Emperyalist güçler bugüne kadar açık savaşlardan hep kaçındılar.
2017 yılının sonlarında yayınlanan ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nde, Çin ve Rusya, ABD’ye meydan okuyan “revizyonist güçler” olarak tanımlandı. Ayrıca bu belgede, ABD’nin, Çin’i ve Rusya’yı kuşatmaya dönük ipuçları da yer alıyordu.
ABD ile batılı emperyalist devletlerin Ukrayna-Rusya savaşındaki amaçları; bir yandan Rusya’yı çevrelerken, diğer yandan zamana yayılan bir tür vekalet savaşı ve uzun sürecek ambargo uygulamaları ile Rusya’yı askeri, siyasi ve ekonomik olarak çökertmektir.
ÇİN’İN YÜKSELİŞİ VE ORTADOĞU
Çin, 70’li yılların ortalarında başlattığı “reform ve dışa açılım” sürecinden günümüze büyük bir ekonomik büyüme gösterdi. ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline gelen Çin’in, 2030 yılında dünyanın en büyük ekonomisi olması bekleniyor. Çin’in son yıllarda Ortadoğu’ya yönelik artan çabaları, bölge ülkelerin de dikkatini çekmeye başladı. Son olarak Çin’in başkenti Pekin’de bir araya gelen 14 Filistinli grubun uzlaşısı ile yayımlanan “Pekin Deklarasyonu”, kimi ülke komünist partilerince; “ABD hegemonyasını kırmak için büyük ve önemli bir adım” olarak ifade edildi. Ancak, Çin, kapitalist dünya pazarının düzenleyicisi olan Dünya Ticaret Örgütü’nün üyesidir; dünyanın en büyük meta üreticisi ve ihracatçısı haline gelmiştir. Dünyamızı en çok kirleten ülkelerden biridir. Bana göre, kapitalistleşmiş/kapitalizmle bütünleşmiş bir ülke tanımı, tam da Çin’i ifade etmektedir. Böyle bir ülke kurtarıcı olamaz ve ona yaslanarak mücadele verilemez.
İSRAİL: YENİ BİR DÖNEM
7 Ekim günü Hamas’ın İsrail’e yönelik başlattığı saldırının, kimi stratejistler tarafından “11 Eylül” benzetmesi bugün artık genel kabul görmeye başladı. Bugüne kadar yaşananlara baktığımızda, gerçekten ABD ve İsrail’in, Hamas’a yol verdiği anlaşılıyor.
Saldırının ardından, başta ABD, İngiltere ve batılı emperyalist devletlerin askeri, siyasi, diplomatik her türlü desteği ve onayı ile raftan indirilen “İsrail’in güvenliğini sağlama amaçlı proje” uygulamaya konuldu. Amaç; Orta Doğu’yu yeniden dizayn etmek.
Bu projeyle Filistinlileri kitleler halinde komşu ülkelere sürgün etme, katliam ve soykırım planlarını hayata geçirerek Filistin sorununu kökten bitirmek istiyorlar. Ne yazık ki mevcut konjonktür de bu sürece hizmet etmektedir. Ukrayna ile savaş, Rusya’yı sınırlandırmış ve hareket edemez duruma getirmiştir. ABD’nin Çin’i kuşatma çabaları tüm dünya ölçeğinde sürerken, Çin ise, karşı karşıya gelmekten kaçınan, çatışmayı zamana yaymaya çalışan düşük profilli bir duruş sergilemektedir.
TÜRKİYE’NİN DURUMU VE BÖLGESEL ETKİLER
Diğer yandan, Hizbullah’ın, İsrail’in işgal ettiği Suriye’ye ait Golan Tepeleri’ne roket saldırısı düzenlemesiyle başlayan ve İsrail’in nokta operasyonlarla buna yanıt vermesi, bölgesel savaş olasılığını arttırdı.
Tam da bu ortamda, inişli-çıkışlı bir seyir izleyen Türkiye-İsrail ilişkileri, Erdoğan’ın AK Parti Rize İl Teşkilatı'nın toplantısında "Biz nasıl Karabağ'a girdiysek, nasıl Libya'ya girdiysek bunun benzerini aynen onlara da yaparız” sözleri uluslararası medya tarafından bir “diplomatik gaf” olarak algılanmadı. Uluslararası medya bunu Türkiye’den İsrail’e “girme tehdidi” olarak değerlendirdi ve haberleştirdi. İki ülkenin dışişlerinin karşılıklı sert açıklamaları bugünde devam etti.
Ardından, Hamas lideri Haniyye’nin Tahran’da devrim muhafızlarına ait misafirhanede nokta operasyonuyla öldürülmesi, bu olaylardan sonra parçaların daha da fazla birbirini tetikleyeceği, risklerle dolu yeni bir döneme adım atıldığını düşündürüyor.
Ne yazık ki içeride kendi iç barışını sağlayamayan Türkiye, hazırlıksız ve olabilecek en zayıf haliyle bu süreci karşılıyor. Türkiye ekonomisi çok kırılgan bir dönemden geçiyor. 2000’li yılların başında AKP ile birlikte alt emperyalist iştahı kabaran Türkiye, bugün bölgesel güç olma refleksinden de geriye düşmüş görünüyor. Bu geriye gidiş sürecinde Türkiye’nin dış politika pratiği de AKP iktidarı ile birlikte erozyona uğradı. Özellikle MHP ittifakı sonrası tek adam rejimine geçişle birlikte, değerleri ve ekonomik ilişkileri temel alan, işbirliğine dönük, tüm komşuları ile barışık geleneksel dış politika; yerini, konjonktürel ihtiyaçlara göre hareket eden, çelişkilerle dolu, ilkesiz politikalara, güvenlik ve gerilim eksenli bir siyasete bıraktı.
Ortadoğu, coğrafi ve tarihsel konumundan dolayı Türkiye için kültürel, ekonomik ve siyasi etkileşim alanlarından biridir. Libya’dan Mısır’a, Lübnan’dan Suriye’ye, İran’dan Kafkaslara iç içe geçmiş sorunlar bir zincirin halkalarını oluşturur. Dolayısıyla, bu bölgelerdeki gelişmelerin Türkiye’yi de doğrudan ya da dolaylı olarak etkilemesinin kaçınılmaz olduğu bir gerçektir. Bu unutulmamalıdır.