21. Yüzyılda Krizler, Savaşlar ve Milliyetçilik
21.yüzyılın başlangıcından bu yana dünya; bir yandan ekolojik bir yok oluşun eşiğinden geçerken, diğer yandan kriz ve savaşların gölgesinde faşizmin çeşitli renklerini oluşturan baskıcı, otokratik ve despotik rejimlerin yeniden varlığına tanıklık ediyor. Var olan kapitalist sistem, kendi krizlerini aşamadığı gibi kendini yeniden üretmekte zorlanmakta, çözdüğünden daha fazla sorun yaratmaktadır. Toplumsal rıza üretemeyen sistem, artık eski yönetim biçimleriyle sürdürülemez hale gelmiş ve küresel boyutta otoriterleşme eğilimleri hız kazanmıştır. Bu dönemin en karakteristik ideolojisi de tabii ki milliyetçilik oldu. Milliyetçilik, kriz dönemlerinde toplumların kaygı ve korkularını manipüle etmek için en etkili aracı haline gelmiştir.
Bölgesel Çatışmalar ve Küresel Güç Dengeleri
Büyük küresel güçler arasındaki rekabet, bölgesel sorunların diplomasi masalarından savaş meydanlarına taşınmasına neden oldu. Enerji, ticaret yolları ve su kaynaklarının kontrolü üzerindeki mücadele, Ortadoğu'yu adı konmamış bir dünya savaşının merkezi haline getirdi.
Donald Trump’ın 2025’te ABD başkanlığına geri dönmesi, hem iç politikada hem de küresel düzeyde çeşitli yankılar yaratacaktır. Trump’ın gelişi; kimileri için kaotik bir dönemin başlangıcı olarak tanımlansa da, Trump, önceki dönemde Çin'i ABD'nin ana rakibi olarak konumlandırmış, Ortadoğu’da İsrail’in güvenliği çerçevesinde İran’ı hedef alan ve Suriye’nin parçalanmasına yönelik stratejiler izlemişti. Bu stratejik yol haritasına devam edecektir. Bu politikaların devamı Ortadoğu’da güç dengelerini yeniden şekillendirirken, aktörler arasında yeni gerilim hatları yaratacaktır.
Türkiye’de “Yeni Barış Süreci”
Türkiye siyasetinde, kamuoyunda “Barış Süreci” olarak adlandırılan ve ülkede uzun yılların çatışma ortamını sona erdirme amacı taşıdığı iddia edilen girişim, uluslararası konjonktürün etkisiyle yeniden gündeme geldi. Bu sürece yönelik kamuoyu tepkileri, karmaşık ve çok boyutlu bir görüntü sunuyor. Bir yandan, şiddetsiz bir gelecek umudu kamuoyunun geneli tarafından desteklenirken, diğer yandan geçmişteki barış süreçlerinin başarısızlığına dair endişeler baskın bir şekilde dile getiriliyor. Uluslararası arenada ise Batı ülkeleri ve bölgesel aktörler bu süreci dikkatle izliyor.
“Barış Süreci’nin" tekrar gündeme gelmesinin birçok nedeni bulunuyor. Öncelikle, Ortadoğu’da özellikle Suriye’deki gelişmeler karşısında iktidarın bir çıkış yolu arayışı içine girmesi önemli bir etken. Bununla birlikte, iç politikada yaşanan ekonomik kriz, yükselen enflasyon, artan işsizlik ve derinleşen yoksulluk, iktidarı “dış tehdit” ve “beka” retoriği altında çöken politikalarını gizleme çabasına itiyor. İçte yaşanan bu sıkışmışlık, sürecin yeniden canlandırılmasında önemli bir motivasyon kaynağı olmuş gibi görünüyor. Son olarak, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın önümüzdeki döneme hazırlanırken hem yurtiçinde hem de uluslararası arenada destek kazanma amacıyla yeni bir strateji geliştirdiği de dikkat çekiyor. Barış Süreci, bu stratejinin kritik bir parçası olabilir.
Bu yeni sürecin başarısı, toplumsal rızanın oluşmasına, kamuoyunun yeterince bilgilendirilmesine ve toplumun her kesiminin tartışmaya dahil edilmesine bağlı. Ayrıca taraflar arasında süreç boyunca şeffaf ve samimi bir iletişim kurulması hayati bir öneme sahip. Ancak mevcut durumda, sürecin açıklık, şeffaflık ve kapsayıcılık ilkelerine uygun şekilde yürütülmediği görülüyor. Erdoğan, Devlet Bahçeli ve DEM Parti heyeti ile İmralı arasındaki görüşmelere dayanan dar bir formatta ilerleyen bir süreç dikkat çekiyor.
Bu tablonun arkasında, ABD-Türkiye görüşmelerinin etkili olduğunu düşünüyorum. Bu görüşmelerin merkezinde, Suriye’de nasıl bir çözüm üretileceği ve bölgedeki Kürtlerin nasıl konumlanacağı soruları yer alıyor. Türkiye deki görüşmelerin ABD-Türkiye ekseninde gelişen sürecin bir uzantısı olduğu kanaatindeyim.
Kürt Sorunu ve Küresel Dinamikler
Kürt sorununda çözümsüzlük, sorunun devletin inisiyatifindençıkıp ulusal boyutun ötesine taşınmasına ve bölgesel, hatta küresel bir mesele haline gelmesine neden olmuştur. Bugün Kürt sorunu özelinde barışı tartışmak, sadece sınırların içini değil, dışını da kapsayan bir gerçekliktir. ABD ve müttefiklerinin Suriye'nin geleceğine ilişkin Roma’daki toplantıda Türkiye'nin dışlanması, bölgede Kürtlerin konumlandırılmasına yönelik planlar, Kürt sorununun dış müdahalelere böylesine açık hale gelmesi Ankara'nın en büyük rahatsızlık kaynağı.
Barış, yalnızca geçmişle yüzleşmek değil, aynı zamanda sorunun adını açıkça ortaya koymaktır. Ancak iktidar, bugüne kadar Kürt sorununu, toplumsal sorunları gölgelemek ve kendi siyasi risklerini en aza indirmek için bir araç olarak kullandı. Şimdiki süreç terörle mücadele anlatımı üzerinden şekillendirilerek “havuç-sopa” stratejisi ile yürütülüyor. Bu yaklaşım, barışın önünde oluşmuş en büyük barikattır.
Sonuç olarak, gerçek barış, daha örgütlü ve kitlesel ortak çabalarla mümkün olabilir. Bunun için şeffaf, kapsayıcı ve samimi bir diyalog zeminin oluşturulması ve toplumun geniş kesimlerince desteklenmesi, barışın sürdürülebilirliği için kritik öneme sahiptir.