Geçmişe dokunmanın insanın ruhuna nasıl bir iz bıraktığını bir düşünün. Bunu çok sık hissederim özellikle tarihi eserleri gördüğümde taşlara işlenmiş o detaylar… Yüzlerce yıl gerideki yaşamlara dokunuyor.
Antalya’daki antik kentleri gezdiğimde ara ara duygulara kapılırım. Taşların üzerine düşen ışıkla beraber gözümün önünde canlanır o insanların yaşamları ve kurduklarını medeniyetleri…
Onların hislerini yakalamak için çok uğraşırım ancak tam da hissedemem çünkü onların ki gibi bir yaşanmışlık olmuyor ruhumda. Bunun nedeni o yıllardaki insan ruhunun dünyasıyla şimdi ki dünya arasındaki farktan kaynaklı.
Bir taşın üzerinde dikkatle oyulmuş yazılara bakarken düşünürüm hep… Kimdi bunu yazan? Hangi hislerle yazdı? Ne hissetti? Adı neydi? Nasıl biriydi? Soruları hep aklımda dolanıp durur.
Bir zamanlar yapılmış tapınağa gelen bir genç âşık olduğu kişiyi burada ilk kez gördü, göz göze geldi, ya da bir savaşçıydı yorgundu ancak gururlu adımlarla bu taşlara dokundu. Bu yapıların içerisinde gezindi. Dua etti, dilek diledi.
Şimdi duygulanmamak mümkün mü? Attığımız her adımda geçmişten bir fısıltı bizi takip ediyor. O izlerin arasında insan ruhunun yankıları bulunuyor. Bir tapınağın önünde, bir heykelin yanında ya da bir antik tiyatronun içinde, aslında tüm o insanlarla aynı duyguların içinde olup hiçbirini görememek üzücü…
Tarihi eserler yalnızca taş yığınları değil, aslında insanlığın, yaşanmışlıkların, acıların ve mutlulukların birer sessiz tanıkları olarak duruyorlar. Her biri birer yaşam, her biri birer duygu taşıyor… Onları görmek bir nebze de olsa onları anlamakla oluyor…