Bir önceki yazımda sözünü ettiğim, gerek Antalya’nın konumu ve fonksiyonu ve gerekse gezi notlarımdan aktardığım hava fotoğrafına göre, “Antalya nasıl olmalıydı” diye düşünecek olursak, oldukça farklı fotoğraflar yaratabiliriz. Araştırma ve incelemelerle bunları derinleştirebiliriz.
Ben bu konuda uzman veya yetkili birisi değilim. İleri sürdüğüm görüşlerin kesin doğrular olduğunu da iddia etmiyorum. Ama bu konularda uzman on binlerce beyin var. Bu yüzden benim burada ileri sürdüğüm düşünceler, kesin ve çok doğru planlar veya alternatifler olmaktan ziyade, olayı örneklerle canlandırmak, çelişkiyi ortaya koymak ve soruna dikkat çekmek içindir.
Dünyada gördüğüm yüzden fazla şehir ve coğrafya bilgilerime göre Antalya: Kaleiçi ve deniz çevresinde, yeterince geniş yolların, sokakların, genellikle bu merkeze, yani denize dik olarak yöneldiği düzgün ve işlevine uygun bir kent olarak geliştirilebilirdi. Denize paralel yollar da bir ring gibi deniz ve kale içini kucaklayabilirdi.
Fakat bunun için, kıyının bir çekim ve cazibe merkezi olması, kentin kalbinin attığı yer olması da gerekirdi. Tabii ki bu da buranın önemli bir işlev yüklenmesiyle olabilirdi. Ama ne var ki, denizin hiç kullanılmadığı ve hatta dışlandığı bir kentte, Kaleiçi ve sahilin, o kentin kalbinin attığı yer olması da olanaksızdı. Çünkü coğrafyasında deniz olan bir kentin işlevlerinden denizi çıkarır, planlarınızı denizsiz yaparsanız, orada ne yaparsanız yapın, iğreti durur, sırıtır. Anlamına ulaşamaz.
Onun için, Antalya’nın öncelikle deniziyle barışması, denizle arasına örülen surların kaldırılması, kaldırılamıyorsa yeni surlar (Falezlerde yüksek yapılar) örülmemesi, deniz yolunun acilen şehir içi, il içi ve iller arası ve hatta devletlerarası ulaşıma açılması gerekmektedir. Bu sağlandığı anda Antalya bir bozkır kenti olmaktan çıkıp bir deniz kenti olur ve işlevleri de buna göre değişir ve gelişir. Hatta şu anda kentin birinci derecedeki işlevi olan turizm de denizsel özellikleri ön plana çıkarılacak bir kentte daha çok gelişir.
Çünkü Antalya, iki bin yılı aşan geçmişinde hep bir deniz kenti olarak varlığını sürdürmüş ve işlevini yerine getirmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında da Antalya’nın bir deniz kenti olma özelliğini sürdürdüğünü, Büyükşehir Belediyesinin, Karaalioğlu Parkında geçmiş yıllarda düzenlediği sergide görmüştüm.
Örneğin bu sergide, 1926 tarihli Antalya gazetesinde şöyle bir ilandan söz ediliyor.
“Mahal Rumi’nin on beşinci günü Service Maritim kumpanyasının Sicilya Vapuru, İstanbul hattından limanımıza gelerek ve aynı gün limanımızdan hareketle Kıbrıs, Mersin, Suriye tariki ile Avrupa’ya gidecektir. Yük ve yolcusu olanların, acentemize müracaat eylemesi ilan olunur.” Antalya Gazetesi 25 Cemaziyülevvel 1926.
Ata Küner ise: “Antalya yurt içine de yurt dışına da iskeleden açılırdı. Akdeniz bir yaşam alanı oldu bizlere. Hamalı da kaptanı da balıkçısı da iskeledeydi; iskele bizdik” diyor.
İsmet Günertan da, “On beş günde bir yapılan İstanbul-İskenderun seferlerinin önemli duraklarından birisi de Antalya idi. Yük, yolcu ve posta taşımacılığı yapan gemiler, limanı olan ilçelere de uğrardı. En büyük kapımız denizdi. Girişler de çıkışlar da Akdeniz’den yapılırdı Antalya’ya” diyor.
Nereden bakarsanız bakın, aslında Antalya’da deniz, Konyaaltı’ndan Lara’ya değin tüm kıyıyı, öylesine içten ve doğal bir tatla yalıyor ki… Mavinin değişik tonlarında öylesi güzel bir görünüş sergiliyor ki… Karanın tüm ilgisizliğine sırt çevirmişliğine rağmen karşılıksız sevgi gibi de olsa, onu öylesine sevgiyle kucaklıyordu ki… Manzara ona küsmenin: sırt çevirmenin anlamsızlığını, akılsızlığını şehrin yüzüne vurur gibiydi. Bu güzelim denize küsen bir kent ve bir kent yöneticisinin değil dünya ile kendisiyle de barışık olamayacağını kanıtlar gibiydi.
Oysa Antalya’nın kıyı yapısı, yani falezler, deniz ile kucaklaşmaya engel değildir. Hatta sıradan bir kucaklaşma yerine farklı ve değişik bir yapılanma için bir avantaj, bir nimet bile olabilir.
Düşünün ki, Konya’da Alâeddin Tepesi taşıma toprakla meydana getirilmiştir. Onun için falezlerde güzel bir düzenlemeyle, değişik bir kıyı-deniz kucaklaşması yaratarak, ilerde düz kıyılarda yapay falez yaratma arzusu bile yaratabilirsiniz.
Örneğin, Strasburg’da da yer yer akarsular neredeyse falezlere yakın bir derinliktedir. Tiflis’te Kura Nehrinin bazı yerlerinde kıyı yüksekliği falezlerin yüksekliğindedir. Ama suyoluyla ulaşıma engel değildir. Deniz üzerine kurulacak iskelelerden, asansörlerle, yürüyen merdivenlerle, yürüyen bantlarla, falezlerin üstündeki duraklara çıkılabilir. Ve Falezler Antalya’ya özgü bir özelliğe, bir güzelliğe dönüştürülebilir.
Hatta cesur ve yürekli, yüreği insan ve doğa sevgisiyle dolu, her türlü paraya, çıkara ve baskıya, Antalya aşk ve sevgisi baskın gelebilecek birkaç yönetici: Antalya’da kısa sürede, çok büyük, çok önemli ve çok güzel şeyler yapabilirler, diye düşünüyorum.
Ve işte o zaman Antalya, doğasına uygun ve doğasının gerektirdiği fonksiyonları yerine getiren bir şehir olur. Ve Antalya’nın gerçek aşıkları olur; şiirler yazılır, besteler yapılır. Oysa şu anda, “Amsterdam cennet gibi bir şehir” derken, Antalya için cennetten çok cennetin katledilmesi geliyor aklıma.