2013’ün yılından bu tarafa Türkiye ekonomisi faiz- döviz kıskacına girmiş durumdadır. Aslında Türkiye ekonomisinin dış sermaye girişine bağımlı, inşaat odaklı büyüme modeli ile kırılganlığı daha da fazla artma eğilimi içerisine girmiştir. 2019’un ortasından itibaren ise Merkez Bankası faizleri indirmeye başlayarak borç artışına dayanan ekonomik büyümeyi yeniden canlandırmaya girişti. 2020’nin başlarında, küresel finansal gelişmelerin de etkisiyle, net dış sermaye çıkışlarıyla karşılaşılmasına rağmen salgının olumsuz etkileri de daha fazla faiz indirimi ve yeni bir kredi genişlemesiyle aşılmaya çalışıldı.
Ne var ki borçluluk oranlarının çok yüksek olduğu ve ekonomik büyümede inşaatın önemli bir yer tuttuğu Türkiye ekonomisi için yüksek faizler kurda istikrar sağlıyor gözükse de ekonomik büyümeyi yavaşlatıcı etkilerde bulunuyordu. Bu kez Mart 2021’de yeni bir Merkez Bankası başkanı değişikliği gündeme geldi. Buna döviz piyasalarının tepkisi sert olmasına rağmen faiz indirimleri de peş peşe gelmeye başladı. Küresel piyasaların enflasyon yaşadığı bir durumda TL’nin değer kaybı da hızlandı. Bu da yurt içi fiyatların yükselmesi ve enflasyonun çift haneli rakamlara ulaşmasına neden oldu.
Bu dönemde ise düşük faiz yüksek kur politikasının ihracatı arttıracağı ve dış ticaret açıklarını kapatacağı öngörüsü de gecikmedi. Ekonominin yeni bir modele evirildiği ifade edilmeye başlandı.
TL’nin değer kaybettiği 2013-2022 dönemine bir bütün olarak bakıldığını9da TL’nin değer kaybının ihracata yansımadığı görülmekte. TL’nin değer kaybının doğrudan ihracatı arttırıcı etkilerinin sınırlı olduğunu görüyoruz. Ne var ki ihracatçıların açıklamalarına bakarsak, kurdaki yükselişler sonrası yurt dışındaki müşterilerinin bir kısmının talep ettikleri miktarı arttırmaktan ziyade fiyat indirim talep ettiklerini gösteriyor. Fiyatlama gücünün olmadığı bu piyasalarda düşük kurun getireceği kazançların büyük oranda işçiliği ucuzlamasından kaynaklanacağı ortada. İçerdeki yoksullaşma ve asgari ücret düzeyindeki tartışmalar, fiyat üzerinden rekabet gücü sağlamanın da sınırlarında dolaştığımızı göstermektedir.
Orta ve uzun vadede yüksek kurla sağlanan fiyat avantajına dayalı ihracatın dada çok verimliliği düşük sektörlerde olduğunu ve bu sektörlerin daha çok emek yoğun teknoloji ile çalıştığını düşünürsek verimlilik artışları da sınırlı kalacaktır. Fakat bazı sektörlerde yaşanacak fiyat rekabeti avantajının firmaların yurt dışına yönelmesine neden olurken, yurt içi talebi karşılama da bazı sıkıntılar ortaya çıkaracağı aşikardır.
TL’nin değersizleşmesiyle ithal mallarının daha pahalı hale gelmesi bazı sektörlerde ikame üretimi teşvik edici bir rol oynayabilir. Aslında sanayi yapısının sadece değersiz TL politikasına dayanarak ileriye taşınmasını beklemek hata olacaktır.
Türkiye imalat sanayii dünya katma değer payları karşılaştırtılmalı olarak verilmiştir. Tabloya bakıldığında küresel anlamda katma değer payı%1 civarındadır. Çin’nin payı 2020 yılında %28,6, Güney Kore’nin %3 ve Türkiye’nin %1 olduğu görülmektedir. Kısaca, Türkiye’nin son 20 yıldır uyuyageldiği iktisat politikaları ile imalat sanayinin küresel katma değer payında anlamlı bir yükseliş beklemek gerçekçi gözükmemektedir. Kore ve Çin modellerin bu açıdan çok önemlidir. Aslında yüksek birikim ve yüksek tasarruf oranları bu ülkelerin temel iktisat politikalardır.