Missouri’de bir matbaanın ayak işlerine baktığım çocukluk günlerimde, uzun bacaklı, kabarık saçlı, partal pantolonlu, on altı yaşlarında dangul dungul bir oğlan bir gün selamsız sabahsız salına salına içeri girdi ve ellerini dibine kadar soktuğu pantolon ceplerinden çekmeden, gözleri ve kulaklarının üstüne böcek yemiş bir lahana yaprağı gibi sarkan kenarları eprimiş, eski püskü geniş kenarlı şapkasını çıkarmadan kayıtsızca etrafa bakındıktan sonra kalçasını yayın yönetmeninin masasına dayayıp kocaman kaba kunduralarını üst üste attı, uzaktan uçan bir sineği üst dişlerinin arasından bir tükürük fırlatıp yere yapıştırdı ve hiç istifini bozmadan sordu. Köyün uyanıkları Nicodemus’u görür görmez eşek şakası yapabilecekleri bir enayi bulduklarını sandılar. Nicodemus’un acemi çaylağın teki ve saf bir çocuk olduğunu görmemek gerçekten de olanaksızdı. İlk eşek şakasını yapma şerefine George Jones nail oldu ona içine kestanefişeği sokulmuş bir puro uzattıktan sonra kaş göz ederek öbürlerini başına topladı kestanefişeği patlar patlamaz Nicodemus’un kaşları ve kirpiklerini alıp götürdü. Gel gör ki, bizimki, hiçbir şeyden kuşkulanmamışçasına, “Bu cuğaralar da amma tehlikeliymiş haa,” demekle yetindi. Ertesi akşam da pusuya yatıp George’un yolunu bekledi ve bir kova buzlu suyu başından aşağı boca etti. Bir gün, Nicodemus yüzmedeyken, Tom McElroy giysilerini birbirine bağlayıp bir de düğüm attı. Ama Nicodemus’un misillemesi ağır oldu, o da Tom’un giysilerini tutuşturup bir şenlik ateşi yaktı. Nicodemus’a üçüncü bir şaka da birkaç gün sonra yapıldı – pazar akşamı köy kilisesinin sıraları arasında yürüyordu ki, bir de ne görsünler, sırtına nal gibi bir pusula iğnelenmemiş mi. Ama bu şakayı yapan, ayinden sonra geceyi terk edilmiş bir evin kilerinde geçirmek zorunda kaldı Nicodemus da, tutsağı sesini çıkaracak olursa başına daha da beterinin geleceğini bilsin diye, kahvaltı saatine kadar kilerin kapısından ayrılmadı. Kiler bele kadar pis suyla doluydu, yerler de bileğe kadar balçık kaplı. Ama asıl anlatacağım bu değil. Bu oğlanı yeniden aklıma düşüren, iskelet vakasıydı. Çok da uzun bir zaman geçmemişti ki, köyün uyanıkları, “şu bizim Shelby”den gelen avanağı şöyle doğru dürüst oyuna getirememelerini içlerine sindirememeye başlamışlardı. Nicodemus’u kapana kıstırmak isteyenler başlardaki kadar çok olmadıkları gibi eskisi kadar gözü kara da değildiler artık. İşte tam o sırada genç hekim imdatlarına yetişti. Hekim, Nicodemus’un ödünü patlatmayı önerdiğinde, hele bu işi nasıl yapacağını anlattığında sevinç çığlıkları ve alkış sesleri göğü tuttu. Elinde muhteşem, yepyeni bir iskelet vardı, yörenin biricik şöhreti, köyün sarhoşu, merhum Jimmy Finn’in iskeleti Jimmy Finn ölümünden on beş gün kadar önce tabakhanede yorgan döşek yatarken, çok çekişmeli bir açık artırma sonucunda bizzat kendisinden elli dolara aldığı dehşet verici bir parça. Tabii elli dolar anında viskiye gitmiş ve iskeletin el değiştirmesini büyük ölçüde hızlandırmıştı. Hekim, Jimmy Finn’in iskeletini Nicodemus’un yatağına yerleştirecekti! İskelet Nicodemus’un yatağına akşamın on buçuğunda bırakıldı. Köyün maskaraları, Nicodemus’un genellikle yatağına yattığı vakitte –gece yarısı–alıçlar ve günebakanların arasından sinsice sürünerek o ıssız ahşap ine yaklaştılar. Pencerenin altına kadar gelip içeriye gizlice göz attılar. Bizim uzun bacaklı piç kurusu, sırtında yalnızca çok kısa bir gömlek, yatağına oturmuş keyifli keyifli ayaklarını sallıyordu, bir yandan da kâğıtla kapladığı tarağını ağzına bastırarak “Camptown Races”den bir ezgi tutturmuştu hemen yanında gıcır gıcır bir ağız tamburası, yeni bir topaç, sert bir kauçuk top, bir avuç dolusu renkli cicoz, birkaç kilo bonbon ve tuğla gibi bir nota kitabından farksız, birkaç ısırık alınmış koca bir zencefilli çörek göze çarpıyordu. İskeleti gezgin bir doktor bozuntusuna üç dolara okutmuş, felekten bir gece çalıyordu!