Antalyalı biri olarak Antalya’yı anlatmayı çoğu zaman sevmişimdir. Adını andıkça hayallere dalmamak mümkün değil.
Gözlerimi bazen kapatıp deniz kenarında tuzlu rüzgarı hissederim, tepelerine bahar çıktığımda çiçeklerin kokusunu içime çekerim. Yeşilin ve mavinin buluştuğu muhteşem bir manzara ile karşılaşıyorum.
Düşünüyorum da nice medeniyetler yüzyıllar boyunca burada yaşamış, şehirler kurmuş ve gitmiş, üzülüyorum da bazen ne yalan söyleyeyim. O insanlardan geriye kimse kalmadı. Belki de onların torunlarıyız genetik açıdan tabii ki de.
Antalya merkezinde Kaleiçi’nde gezinirken bu hisse özellikle kapılıyorum. Masalsı şehirde, dar sokaklar, tarih kokan taş binalar ve her köşe başında karşınıza çıkan dükkânlar… Hepsinin kendine ait bir öyküsü vardı.
Hadrian Kapısı’na baktığımda ise bu kapının hangi emeklerle yapıldığı o dönemde görenlerin mutlu olduğu, özel hissettiği o duygu hissetmek bile başlı başına bir duygu…
Tarihi yapılardan sonra kendimi yeniden sahil bölgesine attığımda görüyorum ki aslında yaşam devam ettikçe insan dengesi de sürüyor. Onlar vardı, biz varız ve sonradan gelecek olanlar da var olacaklar. Ama Antalya’nın doğal yapısı büyük oranda aynı kalacak. Karaalioğlan Parkı’ndan karşıya bakınca göreceğiniz o dağlar ise mükemmellikle parıldıyor. O hissi size an ve an yaşatıyor. Gün batımında bu masalı daha derinden hissettiriyor.
Antalya’nın bu halini seviyorum, antik kentlerde özellikle bu masalı hissetmek ayrı bir duygu benim açından. Umarım sizlerde de bu oluyordur…
Sevgiliyle kalın…