Toroslar’a baktığınızda görünürde sadece dağları, yamaçları ve dört bir yana serpilmiş çam ormanlarını görürseniz de, bu toprakların ruhunda bir yolculuk yatar.

O yolculuk, Yörüklerin göç öyküsüdür. Peki, Yörükler bu dağlara nereden geldi, diye hiç düşünüz mü?

Yörüklerin öyküsü, bozkırdan Toroslar’a uzanan bir köklü serüvenle olmuştur. Orta Asya’nın uçsuz bucaksız steplerinden yola çıkan bu insanlar, Seyhun’dan Anadolu’ya uzanan kadim göç yollarından geçerek bugün Toroslar’da kök salmışlar. Fiziksel bir yolculuk değildi bu yeniden var olmanın yolculuğudur.

Düşünün, bir yanda bozkırın sert rüzgarında yaşama tutunan insanlar, diğer yanda da Toroslar’ın yemyeşil yaylalarında kendilerine yeni bir yurt bulan yürekler. Bu göç, yalnızca fiziki bir göç değildi bu göç bir kültürün taşınmasıydı.  

Söylenen türkülerde anlatılan hüzünler, çadırlarda yanan şömine ateşi, dönüp dönüp dokunan kilimler… Hepsi bu uzun yolculuğun sessiz tanıklarıydı.

Yörükler, sırtlarında sadece yükleriyle çuvalları taşımadılar; onlar bir yaşam tarzını, doğayla bütünleşen bir dünya görüşünü de beraberinde getirdiler. Göçerlik, sadece bir yerden bir yere gitmek değil, aynı zamanda hayata bir akışın, dönüşümün, devamlılığın kabulü demekti.

Bugün Toroslar’da bir yaylaya çıktığınızda, oradaki süt kokusunu, pınar sularından akan serinliği ve dört bir yanı kaplayan kıl çadırları görüyorsanız ki eğer göç öyküsünün son bulmadığını gösteriyordur. Her yaylada, her çadırda o geçmişin izleri vardır.

Toroslar yalnızca bir dağ yapısı değil, göç yolu, hatıradır ve Yörüklerin öyküsü de bu rüzgarın fısıldadığı o masalı dinlemekle başlar.