Size bugün Nazım Hikmet’in güzel bir hikayesini anlatacağım.
Bican Efendi, gözlerini ovuşturup gerinerek yatağında doğruldu. Elini ağzına
götürdü, rahat ve geniş bir esnemeden sonra yatağın yanında duran tahta
masanın üstündeki çalgılı saate baktı. Saat sekizi beş geçiyordu. Sabah çoktan
olmuş, daire vakti yaklaşmıştı. Giyinip, tramvaya atlayıp işine gidinceye
kadar gene devam cetvelini imzalamayı kaçıracak ve zaten yarısı vergiye giden,
yarısı da alacaklılar elinde kalan maaşı kıstelyevme uğrayacaktı. Yorganı biraz
sıyırdı ve bir “lahavle!..” ile başını salladı. Kendi kendine hiddetli hiddetli söylendi. Karısı
Sadbek Hanım da her gün olduğu gibi hala uyanmamış, yataktan kalkmamıştı. Mevsim
kara kışın ortası idi. O, karısının, mangalı yakıp odayı ısıttığını ve biraz
bulamadan filan kalıvaltı hazırladığını tahmin ediyordu. Onu, yorganı başına
çekmiş, horul horul, yahut mışıl mışıl uyur bir halde görünce fena halde
sinirlenmiş, hiddeti topuğundan aşmıştı!
Artık bu, bu kadar da olamazdı a efendim!.. Kadın dediğin biraz da kocasının
mangalını, mektebe gidecek oğlanın ekmek çıkınını hazırlamalı değil miydi? Hem
zavallı Bican Efendinin aldığı üç buçuk akça, hangi dünyalığa yetiyordu ki!..
Onun bir de hanımefendiye hizmetçi aşçı, çocuklara dadı tutacak vakti,
hali mi vardı! Bican Efendi tahta masanın üstünden sigara tablasını ve
tabakasını aldı. Mahmurluk bozar! diye kalınca bir sigara sardı. Çekiştirdi ve
sallaya, seslene yatakta yatan karısını uyandırdı. Bican Efendinin Köroğlundan,
yahut kaşık düşmanından başka yetişkin, gelinlik bir kızı ile mektebe giden bir oğlu, bir de
ihtiyar çaçaron bir kaynanası vardı… Adamcağız yirmi senelik kayıt
masasından aldığı para ile sofranın çorbasını, çocukların üstünü başını,
evin kömürünü, kirasını idare edemiyor, araya bir de yetişkin küçük hamının
atkılı iskarpini ve kışlık şöylece böylece manto derdi de girince ne
yapacağını, ne edeceğini şaşırıyordu. Hem o aralık kalemde de işe yaramaz ve
avare olmuş, mümeyyiz mektupcunun hüsnüteveccühünü kaybetmişti… Kendi kavlince
o daha ihtiyar yaşta da sayılmazdı ama kaleme yeni yeni genç memurlar,
kesik saçlı hanım kızlar gelmişlerdi. Sadbek Hanım boşanan bir makara gibi
dinlenmeden söyleniyor, ihtiyar kaynana da lafa karışınca artık odada
durulacak, oturulacak bir hal kalmıyordu. Kadın kömürlükte kömür kalmadığını,
güç halle biraz kırıntı, kıvılcım bulup mangalı yaktığını söylüyor: Ne ot var,
ne ocak var! Bu halimiz ne olacak? diye bangır bangır bağırıyordu. Bu fasıl
arasında, yetişkin. Kız çorabı kalmadığını, mektebe gidecek oğlan da
kundurasının altı açıldığını söylemiş, titizlenmeye başlamışlardı. Bican
Efendi, köşe başındaki bakkal Bodos ile kömürcüye de artık yüzü ve kredisi kalmadığını
biliyordu. Papuçlarını ayağına
çekti. Sesini çıkarmadan küskün küskün başını eğip, kapıyı örtüp evden
çıktı. Efendi gittikten bir saat kadar sonra, sokak kapısı çalınmış
ve arpacı kumrusu gibi mutfağın önünde öğleye ne yapıp,
ne hazırlayacağını düşünen Sadbek Hanım telaşlı telaşlı koşmuştu. Sadbek
Hanım rüya mı görüyorum diye gözlerini ovuşturuyor, kendi kendine bu işe şaşıp
duruyordu. Akşam zavallı Bican Efendi, süklüm püklüm düşünerek, eve döndüğü
zaman bu defa da rüya mı görüyorum diye şaşırmak sırası ona
gelmişti. Odanın ortasına kurulan yemek sinisi bin bir çeşit kaplar,
tabaklar, nefis yiyeceklerle donanmış, bezenmişti… Memnuniyetinden ne
yapacağını bilmeyen, mutadı hilafına olarak onu o akşam daha sokak
kapısının eşiğinde karşılayan karısı, çocuklara ve kıza göğüslükler,
hırkalar, elbiseler biçmişti. O, tam bu
halin ne olduğunu, bu bolluğun, şenliğin nereden geldiğini soracağı esnada,
sokak kapısının zili ötmüş ve birbiri ardından da kapıya telaşlı üç yumruk
vurulmuştu! Sadbek Hanım heyecanla koşup kapıyı açınca, karşısında gündüz koca
bir küfe getiren tanımadığı bakkal çırağı ile basmacıyı görmüştü. Onlar ezile
büzüle, ellerini ovuşturarak: Yanlışlık olmuş, hanımefendi! Başka yere gidecek
iken buraya getirmişiz… Şunları alalım!.. diyorlardı!