Antalya Denizi, güneşi, doğasıyla büyüleyen şehir. Ama bir de toprağın altında ve üstünde sessizce bekleyen hazineleri var. Antik kentleri.

Kimisi ışıl ışıl parlatılıp turizmin gözbebeği haline getirilmiş, kimisi ise kaderine terk edilmiş, yitip gitmeye yüz tutmuş. Oysa bir zamanlar bu kentlerde yaşam vardı. Pergenin caddelerinde filozoflar dolaşıyor, Side de tiyatro coşkuyla alkışlarla yankılanıyor, Olymposta gençler denize karşı hayaller kuruyordu. Ama ya şimdi? Birçok antik kent yabani otlara, definecilerin kazmalarına, ilgisizliğe teslim olmuş durumda. Üzerinde yürüdüğümüz taşlar, kim bilir kaç medeniyetin izlerini taşıyor ama biz farkında bile değiliz. Örneğin, Termessos Büyük İskender bile fethedememiş bu dağ kentini. Şimdi ise yolları bile doğru düzgün ulaşılabilir değil. Alakır Vadisi’nde gizlenmiş Trebenna, harabeleriyle doğaya karışmış, neredeyse unutulmuş. Sillyon desen, büyük bir tarihi miras ama ziyaret eden yok denecek kadar az. Turistler, rehber kitaplarda gördükleri birkaç popüler noktaya yönlendirilirken, diğer antik kentler kendi haline bırakılmış. Oysa buralar, geçmişin fısıldadığı hikâyelerle dolu. Yıkık bir sütunun altında, bir taşın üzerinde belki de binlerce yıl öncesine ait bir iz var ama kimsenin umurunda değil. Kimi zaman defineciler talan ediyor, kimi zaman bürokratik engeller koruma çalışmalarını yavaşlatıyor. Tarihî miras, sadece popüler olan değil, tümüyle değerli olmalı. Çünkü her taş, her yazıt, her sütun bu toprakların geçmişini anlatıyor. Peki, ne yapabiliriz? En basiti, öğrenmek, görmek ve sahip çıkmak. Kültürel miras sadece turizmin değil, hepimizin sorumluluğunda. Antalyanın unutulmuş antik kentlerine kulak verelim, onların hikâyelerini dinleyelim. Kim bilir, belki de bir gün yeniden hak ettikleri ilgiyi görürler