Antalya'nın sokaklarında dolaşırken zaman zaman eski evlerin önünde durup hayranlıkla bakarım.
Ahşap cumbaları, ince ince işlenmiş taş duvarları, zarif avluları ile bu evler adeta birer sanat eseri gibi durur. Kimi zaman, sokağın köşesinde yıllara meydan okuyan bir Osmanlı konağı ya da bir Rum evi çıkar karşınıza. Kapıları, pencereleri bile bir karakter taşır, bir hikâye anlatır.
Sonra kafanızı biraz yukarı kaldırırsınız ve beton yığınlarını görürsünüz. Şehrin güzelliğini boğan, ruhsuz, estetikten yoksun apartmanlar… Antalya’nın sıcacık ruhunu, tarihini ve doğasını hiçe sayarak göğe yükselen bu binaların yanında, eski evlerin güzelliği daha da belirginleşir.
Eskiden bir ev yaparken sadece barınmak için değil, yaşamak ve hissetmek için de inşa edilirdi. İnsanlar bir kapının tokmağına bile özen gösterirdi. Şimdi ise aynı tip beton bloklar, ruhsuz balkonlar, yan yana dizilmiş gri kutular… Eskiden bir sokakta yürürken mimarinin sunduğu detaylarla gözünüz şenlenirdi. Şimdi ise bu yeni yapılara bakarken gözlerimiz yoruluyor.
Elbette modernleşmek, büyümek, nüfusa yer açmak gerekiyor. Ama bunu yaparken neden estetikten, sanattan, ince işçilikten bu kadar uzaklaşıyoruz? Bir şehri güzelleştiren, sadece doğası değil, aynı zamanda mimarisidir de. Eskiden Antalya’nın her sokağı, bir tablo gibi özenle çizilmişti. Şimdi ise aynı sokaklar, gelişigüzel çizilmiş beton duvarlarla dolu.
Ne zaman eski bir Antalya evinin önünden geçsem, içimde derin bir hüzün belirir. O evler hâlâ ayakta kaldıkları sürece şehrin estetik mirasını hatırlatmaya devam ediyorlar. Ama yeni yapılan binaların içinde hiçbir zaman aynı sıcaklığı hissedemeyeceğiz. Çünkü onlar sadece yaşamak için inşa edildi, hissetmek için değil.
İşin en üzücü tarafı ise, bu eski evlerin her geçen gün daha da azalması. Yıkılıp yerlerine dikilen devasa apartmanlar, sadece görüntü kirliliği yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda Antalya’nın ruhunu da silip süpürüyor. Eski evlerin yerine yapılan binalar, doğayla uyumsuz, tarihle ilgisiz ve tamamen ticari kaygılarla inşa ediliyor. Oysa bir şehrin ruhu, geçmişinden bağımsız düşünülemez.
Antalya’nın dar sokaklarında kaybolmak isteyenler bilir; eski mahallelerde hâlâ o özlemli hava hissedilir. Pencerelerinden sarkan çiçekler, demir korkuluklara asılmış kurutulmuş biberler, ahşap kapıların ardında bir zamanlar yaşanmış hikâyeler… Bunlar, beton duvarların arasında bulamayacağımız detaylar.
Şehirleşme elbette kaçınılmaz ama bunun bir ruhu olmalı. Modernlikle estetik arasındaki dengeyi kaybetmemeliyiz. Antalya gibi eşsiz bir şehir, sıradan bir beton yığınına dönüşmemeli. Eski evler, geçmişi günümüze taşıyan birer köprü niteliğinde. Onları korumak, sadece özlem değil, aynı zamanda geleceğe bir miras bırakmaktır.
Belki bir gün, şehir planlamasında estetik yeniden önem kazanmaya başlar. Belki bir gün, bir apartman dikmeden önce çevreyle ve tarihî dokuyla uyumu gözeten mimarlar çıkar karşımıza. Belki de bir gün, Antalya’nın her sokağı, tekrar birer sanat eseri gibi hissettirmeye başlar. Ama o güne kadar, elimizde kalan eski evlerin değerini bilmeliyiz. Çünkü onları kaybettiğimizde, sadece birer bina değil, şehrin ruhunu da kaybetmiş olacağız.