Antalya… Güneşin altında parlayan denizi, sırtını dayadığı Toroslar ve her köşesinde tarih fışkıran kadim topraklarıyla bir açık hava müzesi gibi.
Ama ne yazık ki bu müzenin eserleri birer birer yok oluyor. Bir zamanlar atların nal sesleriyle yankılanan hipodromlar, taş yollarında filozofların yürüdüğü agoralar, şimdi otlar arasında kayboluyor.
Bundan yıllar önce, Perge'nin sütunlu caddesinde yürüyen bir gezginin duyduğu ayak sesleri, bugün artık yerini sessizliğe bıraktı. Bir zamanlar heykellerle süslü tapınaklar, yıkık dökük taş yığınlarına dönüştü. Neden mi? Çünkü ilgisizlik, ihmalkârlık ve "bize ne" tavrı bu toprakların en büyük düşmanı.
Side, Aspendos, Termessos, Olympos… Birçoğunu duymuşsunuzdur. Ama kaçımız gerçekten gidip o taşlara dokunduk? Kaçımız onların hikâyelerini dinledik? Biz dinlemedikçe, onlar da susuyor. Her yağmur damlasıyla biraz daha eriyor, her definecinin kazmasıyla biraz daha yaralanıyorlar.
Evet, defineciler… Antik kentlerimizin başına gelen en büyük felaketlerden biri. Binlerce yıllık taşları kırıp hazine arayanların, aslında en büyük hazinenin kendisi olduğunu anlayamaması ne acı. Bir başka felaket ise modern şehirleşme. Öyle ki bazı antik kentlerimiz, apartmanların, otellerin ve yazlık sitelerin gölgesinde kayboldu bile.
Örneğin, Lyrbe. Manavgat’ın tepelerinde saklı kalmış, muhteşem bir antik kent. Ziyaret eden azdır, bilen daha da az. Oysaki taşlarına dokunduğunuzda, binlerce yıl öncesine bir yolculuğa çıkarsınız. Ama ilgisizlik öyle bir şey ki, bir gün gidip baktığınızda sadece harabe bulabilirsiniz.
Bir de yangınlar var… Ormanlarla iç içe geçmiş kentlerimiz, alevlerin arasında kalıyor. Termessos şimdilik şanslı, çünkü yüksek kayalıkları ona bir zırh gibi koruma sağlıyor. Ama Olympos? Yıllar içinde defalarca yangına teslim oldu. Her seferinde, birkaç taş daha karardı, birkaç duvar daha çöktü.
Tüm bunlara rağmen hâlâ bir şeyler yapabiliriz. Örneğin, antik kentleri sadece turistlere pazarlanan mekânlar olmaktan çıkarıp, gerçekten sahiplenebiliriz. Oraları ziyaret ederken yalnızca bir "gezi noktası" olarak değil, birer miras olarak görebiliriz. Onların bir parçası olduğumuzu fark edebiliriz.
Çünkü tarih, yalnızca kitaplardan öğrenilecek bir şey değil. O taşların, o yolların, o duvarların anlatacak hikâyeleri var. Yeter ki kulak verelim. Yeter ki onları duymak isteyelim.
Antalya’nın antik kentleri kayboluyor, ama biz hâlâ bir şeyleri değiştirebiliriz. Unutmayalım ki, biz sahip çıkmazsak, başkaları gelip sahip çıkar. Ve bir gün, geriye dönüp baktığımızda sadece fotoğraflarda kalmış taşlar görürüz.
Belki de en büyük soru şu: Biz susmaya devam ettikçe, taşlar daha ne kadar konuşabilir?