Genç teğmen albayın odasına girdiği vakit binbaşısını da orada buldu. Binbaşı, onu görünce: “Gel oğlum!” dedi. Ve albaya dönerek: “İşte efendim, o iş için en evvel aklıma gelen yiğit. Kendisine her bakımdan güvenebilirsiniz.” sözlerini söyledi. Albay, delikanlıyı dikkatli dikkatli süzerek: “Bana bak evlât!” diye konuştu. “Yarın sabah erkenden düşmana taarruz edeceğiz. Fakat bir gönüllü casus bize düşmanın yedek cephanesinin geçici olarak depo edildiği bir kuleyi bildiğini, istersek bize yol göstereceğini söylüyor. Kumandan paşa hazretleri bu cephanenin hemen havaya uçurulmasını emir buyurdular. Binbaşın bu iş için bana seni tavsiye ediyor. Nasıl, ne dersin, becerebilir misin?” Korkmak mı? Niçin korkacaktı? O sadece bir kuleyi değil bütün bir kâinatı havaya atacak kadar ruh kaynaması ve iman ateşi ile doluydu. Okulda tarih derslerinde bozgun ve yenilgi bahislerinde ruhu hep böyle bir emelle sızlamamış mıydı? “Ah bana da bir görev sırası gelse!” diye çırpınmamış mıydı? Savaş daha yeni başlamış olduğu halde, ümidinin pek üstünde olarak, kader bütün arkadaşları arasında yalnız kendisine böyle kutsal bir görev için tebessüm etmişti. Memleketine, milletine böylesine faydalı olmak ihtimali ortada iken şimdi neden ve ne için korkacaktı? Onda Türklüğün geleceği hakkında sonsuz bir zafer ümidi vardı. Ona göre Türklüğün bugünkü ideali sadece görevini yerine getirmek değil, bütün dünyanın hayran kalacağı yeni kahramanlıklar icat etmekti. Yüzyıllardan beri türlü haksızlıklar ve musibetlerle ezilmiş olan milletinin alnını yeniden göklere yükseltmekti. İçinden: “Ama bunun için fertler feda olacakmış, varsın olsunlar. Millet geliştikten, ilerledikten, yükseldikten sonra Ötesinin ne önemi olur?” diye düşünüyordu. Bir saat kadar yürüdükten sonra kılavuz onu bir ormana soktu. Bir buçuk saat kadar da ormanda yürüdüler. Fakat bu “eyvah” kendisini düşündüğünden, yakalanmak ihtimalinden ileri gelmiyordu. Hiçbir şey yapamamış olmasının verdiği eziklik onu bitiriyordu. Bu kadar beceriksiz olduğu için kendi kendisine lanet ediyordu. Öylesine bir üzüntüye kapılmıştı ki artık yakalansa da kendisi için bunun hiç bir önemi yoktu. Memleketine ve milletine bu kadarcık bir hizmeti olsun yapamadıktan sonra artık yaşamasının ne manası kalıyordu? Araştırma kolları on dakika sonra teğmeni yakalayıp büyük rütbeli bir subayın yanına götürdüler. Bu subay kötü bir Fransızca ile onu sorguya çekti. Teğmen işini asla inkâr etmedi. Nöbetçileri kendisinin öldürdüğünü, dinamiti kendisinin yerleştirdiğini itiraf etti. Yalnız, başka arkadaşı olup olmadığını sordukları vakit kılavuzu olsun takip edilmekten kurtarmak için buraya tek başına gelmiş olduğunu söyledi. Subay, kapının dibinde ayakta bekleyen öteki iki küçük rütbeli subaya bir şeyler söyledi. Onu alıp dışarı çıkardılar. Avluda yüksek sesle emirler verildiğini işitti. Onu bir kapıdan çıkararak bahçeye götürdüler. Oradaki subaylardan biri kendisine bir mendil uzattı. Bunu görünce işin ne olacağını anladı. Ve mendili elinde tutarak ciddi ve metin bir halde ayakta bekledi. Ve el fenerinin uğursuz aydınlığında bu uğursuz işi süratle bitirip çekilmek isteyen Moskof subayları, tüfekler patladığı vakit genç Türk subayının: “Yaşasın Türklük” diye haykırarak yere düştüğünü gördüler.