Herkese merhaba. Oldukça hareketli bir gündemin içinde var olmaya, hatta nefes almaya çalışırken dikkat çeken ama unutulan detayların gözlemcisiyim ben.  Mesela her Cuma ANTÇEV’de miniklerimle resim dersine giderken önce hiç estetiği olmayan belediye binasının önünden Andızlı mezarlığına ve oradan Mark Antalya’ya uzanan bir yolculuk yapıyorum. Bu yolculuğum sonbaharın birkaç ayı, kış ve ilkbaharın birazında yürünebilir görünse de yazın korkunç bir sıcağın altında mümkün değil… Mümkün olmayan o yolda mecburiyetten yürümek kadar zor bir şey yok. Sizde bunu benim gibi biliyorsunuz.

Antalya’nın sıcağı hepimizin bildiği hatta kimi zaman bizi hayatımızdan bezdiren bir hava sorunu. Ama 21. Yüzyılda hemen her şeyin çözümü var artık. Örneğin asansörsüz evin 7. Katından taşınmak eskisinden daha kolay. Eşya taşıyan vinçler var… 5 insanın onlarca merdiveni kim bilir kaç defa tırmanarak taşıdığı eşyaları çabucak yeni evine taşıyan bir sistem var artık. Ve buna benzer daha birçok kolaylık.

Yeryüzüne yeni bir bina dikmek için onlarca ağacı hunharca katletmenin önüne geçmek de kolay artık. Ağaçları kökünden alıp gereken yerlerde toprakla buluşturmak gibi. Düşünsenize bir yanıyla ağacı insandan kurtarırken diğer tarafta bir ağaç insanı sıcaktan, güneşten kurtarıyor. Aslında bu kadar kolay… Ve ben her Cuma derse giderken birkaç cılız ağacın büyümeye çalıştığı, genel anlamda o ağaçsız yolda inanın bunları düşünerek yürüyorum. Gerçekten ağaç dikmek bu kadar zor olabilir mi? Yolları gölgelendirmek, kuşlara ev olan ağaçları yol boyunca dikmek bu kadar zor mu?

Ağaçsız ve gürültülü yol boyunda yürürken sessizlerin diyarına uğruyorum. Andızlı Mezarlığı’nda yatan binlerce insanımıza içimden huzur dilerken onların orada bizden daha huzurlu olduklarını hissediyorum bazen. Her yer ağaç, çiçek ve bülbül muhteşem sesiyle sessizlerin diyarında huzurla ötüyor. Bir adım önce araba kornalarının, sigara dumanının, çöpün, kavganın ve ötesi bir gürültünün içindeyken birden her şey sakinleşiyor orada. Ağaca ihtiyacı olan biz yaşamaya çalışanlar mı yoksa sessizler diyarı mı diye düşünmeden edemiyorum.  Hem de yanı başımızda su krizi bizleri beklerken. İlkokulda öğrenmiştik biz ağacın yemişini, gölgesini ve yağmuru çektiğini. Her yer beton olunca yağmur nasıl yağar ki?

 Hepinizin bildiği gibi 22 Mart Dünya Su Günü… Dengesi bozulan mavi kürecikte ne yazık ki su sorunu gerçeği konuşmalardan çıkıp hayatımızın içine girdi bile. Bursa’da 80 günlük su kaldığını duyduğumda içim ürperdi. Ben o kadar çok su içen birisiyim ki suyun olmadığını hayal dahi etmek istemiyorum. Ve su krizini aynen deprem gibi bağıra bağıra anlatan bilim adamlarının sesi yine duyulmuyor. Her yanımız siyaset çünkü…

Bilimin sesinin kısıldığı zamanlarda geleceği yakalamak ne kadar kolay olacak bilmiyorum. Ama bildiğim şu ki bazıları son damla su kalana kadar araba yıkamaya, suyu gereksiz kullanmaya devam edecek. Tıpkı dünya sadece onunmuş gibi davranan, bizim yerimize karar veren bir avuç insanın yaptığı gibi.

Ve biliyor musunuz, hani bazen renginden sıkıldığımız ya da çamaşır suyu değdi diye giymekten utandığımız bir adet tişört yapımında ne kadar su kullanıyor. Ben bu rakamı hayatımda ilk defa Akdeniz Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan arkadaşım Mine Aydoğan’ın sunumunda duydum. Bir tişört için 2700 litre su kullanılıyor. Yani yaklaşık 13.500 bardak su. Bunu öğrendiğimde gözlerim dolmuş ve kelimelerim susmuştu. Çünkü beğenmediğim bir tişört için harcanan suyu bulamayan insanlar vardı bu dünyada ve yakında tüm dünya susuz kalacaktı. Tişörtün renginin bir önemi kalmayacaktı artık ama su bitmiş olacaktı. Suyumuza ve aklımıza sahip çıkalım olur mu?

Her değişime ayak uyduran doğanın bilgeliği ve Sanatın ışığında yeniden görüşene dek sağlıkla ve sevgiyle…