Dünyanın tek devlet halinde birleşmesinin olanaksız olduğuna inananların temel dayanağı yüzlerce çeşit ırk, dil, din ve kültüre sahip insanların bir arada yaşamalarının nasıl sağlanamayacağı sorusu ve bunun olanaksız olduğu düşüncesidir.

Ben bunun Avustralya’da sağlanmış olduğunu gördükten sonra, bu sonucu sağlayan olay ve eylemleri araştırmaya başladım. Ya da günlük yaşamda bunlar kendiliğinden karşıma çıktı.

Bu olaylardan birisi ile 1 Aralık 2011 Perşembe günü karşılaştım. O gün oğlum Hakan “Bugün komüniti sentıra gideceğiz. Aydın’ın oradaki oyun grubuna katılması gerekiyor” dedi. Community center, bir bölgede oturan insanların tanışmak, eğlenmek ve sosyal etkinliklerde bulunmak için bir araya geldikleri yer.

Türkçede sosyal merkez, halkevi veya toplum merkezi gibi anlamlara geliyor. Devlet orada tüm olanakları sağlamış, mahalle halkı da kendi aralarında yaptıkları bir program dahilinde orada etkinlikler düzenliyor. O gün sabah oğlum, gelinim ve torunlarım 4 yaşındaki Aydın ile bir yaşındaki Derin’i alıp Liverpol yerel yönetiminin Community center salonuna gittik. Bugün orada beş yaşına dek çocuklar velileriyle -genellikle- anneleriyle gelmişlerdi. Anneler ve veliler önceki karşılaşmalarından dolayı birbirlerini tanıyorlardı.

Annelerden birisi belediyeye karşı oranın sorumluluğunu almış. Bu İrlandalı çok yaşlı bir kadındı. Eşim ve ben ilk kez katıldığımız için bizimle tanıştı. O da torununu getirmiş. Torunun annesi Vietnamlıymış. Torununa yapboz yaptırıyordu.Orta yaşlı esmer bir bayan da 2 yaşlarındaki kızını getirmişti. Ve bu bayan Lübnanlı olup bu haftaki etkinlikten sorumluydu. Boyalar ve maske olarak kullanılabilecek kartonları ve gerekli malzemeleri hazırlatıp gelmiş.

Çocuklar bir süre kendi başlarına ve kendi seçtikleri oyuncaklarla oynadıktan sonra önlükleri giydirilip resim masasına oturdular. Fırça ve kağıtlar dağıtıldı. Paletlerine sarı ve yeşil renkli guaj boyalar sıkıldı. Bardaklara su konuldu. Ve başladı çocuklar kâğıdı rastgele boyamaya. Sonra kağıtlar toplanıp kurumaya bırakıldı. İçerde sıcak su, çay ve kahveyi de yine o günün sorumlusu bayan hazırlamıştı. Anneler resim yapılan masada toplanarak sohbete daldılar.

Gerçi Avustralya’da olağanın dışında hemen hiçbir olay olmaz. Birkaç yıl önce bir yerde ölümlü bir trafik kazası olduysa birkaç sene onu konuşurlar. Türkiye gibi her gün yüz yerinden bıçaklanarak öldürülen kadın cinayetleri, katliam gibi kazalar veya yolsuzluklar olmaz. Onunç için sanırım ev işleri veya yemek falan konuşuyor olmalılar diye düşündüm. Fakat ne düşünürlerse düşünsünler Vietnamlı, Malezyalı, Hindistan, Çin, Yunan İtalyan, Arjantinli kadınlar vardı. Ve hiç birbirlerini yadırgamadan kırk yıllık dost gibi sohbet ettiler.

Çocuklar yıkıyordu ortalığı. Özellikle erkek çocuklar araba, tren ve motosiklet benzeri oyuncaklara binerek yarışıyor veya vuruşuyor, düşüyor kalkıyor birbirini itiyordu. Anneler tamamen ilgisizdi. Kimi çim biçiyor, kimi treni tamir ediyordu. Birisi kaymaya gelince diğerleri de orada toplanıyor kaymak binmek vs. her şey oyun ve birinin yaptığını ötekinin de yapması, kendini kabul ettirme vs.. Derin’i de saldık aralarına o da apalayarak solunun oyuncaklar bölümünde epeyce dolaştı. “Tren Tomas” burada da çocukların sevgilisiydi. Böylece iki saatin sonunda anneler tüm oyuncakları toplayıp odalarına koydular.

Çay ocağındaki bulaşık kapları bardakları yıkadılar, salon bir sonraki kullanıcılarına temiz olarak bırakıldı. Yandaki daha büyük salonlarda da daha büyük yaş grubundaki çocukların oyun grupları vardı. O gün akşama kadar Community center’ı anlamaya ve Avustralya toplumunun kaynaşmasındaki rolünü kavramaya çalıştım. 0-5 yaş arası bu çocukların din, soy, kültür diye bir sorunları var mı? Yok.

Ortak noktaları ne? Oyun. Öyleyse bu çocuklar birbirini İngiliz, Çaynız, Hintli, Filipinli, Yunan veya İtalyan olarak mı görür oyun arkadaşı olarak mı görür? Elbette ki oyun arkadaşıydı. 7 yaşından sonra aynı okullarda okurken okul arkadaşı olacaklar. Yetişkinlik döneminde de Avustralya’nın eşit yurttaşları olacaktır. Sonra yine düşündüm. Nasıl olur? Biz insanları İngiliz, Alman, Rus, Çinli Hintli, siyah, beyaz, sarı, İslam, Hıristiyan, Musevi görürken bunlar aradaki farkları nasıl fark etmiyorlar?

Elmaları düşündüm, armutlar, ağaçlar, atlar, koyunlar geldi aklıma. Elmalar hepsi elma, ama hepsi bir mi? Sarısı, yeşili, kırmızısı var. Ekşisi, tatlısı mayhoşu var. Türkmen atı var, İngiliz atı var Arap atı var. Kırat var doru at var. Kaplumbağanın, kertenkelenin, keçinin, yılanın bir sürü çeşidi var. Ama ben bunların arasına ayrımlar koymuyor hepsini de doğal karşılıyorum. Öyleyse insanların arasına neden ayrım koyuyorum?

Çünkü ulus devletler her tür yolsuzluklarını pisliklerini, ötekileştirdikleri insanların üzerine atmak, insanları devlet aygıtına bağlamak için sürekli farklılıklar yaratarak haksız hukuksuz kötülük sistemini sürdürmektedir. Önceki yazılarımda da belirttiğim gibi devletlerin en büyük sığınağı düşmandır. Düşmansız devlet yaşayamayacağı için devletler sürekli düşman yaratır. Mafya kurar, terör örgütleri kurar, dış düşmanlıklar yaratır ve halkı bunlara karşı koruduğunu söyler.

Oysa hepsinin arkasında devletler vardır, devletten destek almayan hiçbir mafya ve terör örgütü uzun ömürlü olmaz. Devlet halkı bunlarla korkutarak kendine bağlanmasını sağlar. Bunlarla savaş bahanesiyle halkın tüm hak ve özgürlüklerinizi kısıtlar İnsanların doğup içinde yaşadığı ortam tek tiptir.

Tek dil, tek din, tek kültür, ekseriyeti tek ırkta ve renkten insanlarla doludur. İşte bu yüzden bu ortamda yetişen ve devletlerin yarattığı korku ortamında yaşayan insanlar dünyayı bu biçimde algılamaktadır.  Oysa dünya birleşip tek merkezden yönetildiği zaman insanlık bir nesil sonra çok kültürlü yaşamaya alışacak, barış ve hoşgörü kültürü savaşları sonlandıracak, savaşların giderleri gelir haline gelince dünyada zenginlik ikiye katlanacak, insanlık refah ve mutluluk içinde insanca yaşayacaktır.