Bugün size Nejla Bilgin’in yazdığı harika bir hikaye anlatacağım. Yemyeşil ormanların içinden dağdan tertemiz sular akan Şirin bir Anadolu köyünde dünyaya gözlerimi açtım. Babam, amcalarım onlardan önce de dedelerim askere alınmış, vatan topraklarını savunmak için arkalarında bıraktıkları aileleriyle helalleşip, hiç düşünmeden cepheye koşmuşlar. Gidenler geri gelmemiş, uzun süre haber alınamamış, günün birinde köy muhtarı şehit haberlerini getirmiş. Bir büyük amcam sağ bacağı kesik, Gazi olarak dönmüş baba topraklarına ben doğmadan önce de vefat etmiş. Ninem onun kahramanlıklarını ve düşmanla göğüs göğüse nasıl çarpıştığını masal gibi anlatırdı bana. Ben bu öykülerle büyüdüm ve gerektiği zaman canımı bu kutsal vatan toprakları uğruna feda etmeye çocuk yaşımda Yemin ettim. Namert düşmana çiğnetmeyecektim topraklarımızı, asker doğdum ben, asker olarak büyüdüm. Yaşım onaltı olunca askere alındım, ne korktum ne de yaşım küçük diye endişe ettim. Ninem elime kına yaktı beni yolcu etmeden evvelki akşam. Sabah dualarla yolcu ettiler beni ve benim yaşımdakileri Babalarımız cepheden dönmemişti ve onlardan habersizdik. Günlerce piyade yol aldık. Köyden o güne kadar uzaklaşmamıştım, yürüdükçe başka köyler gördüm yanmış, yıkılmış, düşmanın pis çizmesi altında ezilmiş. Daha bir hınçla doldum, adımlarımı daha bir sert vurdum toprağa, “bu topraklar bizim” diye haykırdık yürürken. Günler sonra köylerden temin ettiğimiz eşeklerle yol alıp ucu bucağı gözükmeyen canlı bir su kaynağına geldik, neredeyse bizim civar köyleri de içine alacak bir hareketli su vardı önümüzde. Rengi masmavi, su sesi kulaklarda yankılanan, kıyılara vuran köpükleriyle ihtişamlı görünüyordu. O güne kadar dereler dışında bu kadar suyu bir arada görmemiştim. Deniz olduğunu söylediler duymuştum belki anlatılanlardan fakat duymak ve görmek farklıydı. Sandallarla bizi karşı kıyıya geçirdiler, dalgalara elimle dokundum ve suyun tadına baktım tuzluydu, kimse bana deniz tuzlu dememişti, masmavi suların içinde kendimi su kuşu gibi hissettim, deniz çok güzeldi ve bu güzellikler benim vatanımsa kimse benden alamazdı. Yolda analarımızın bize azık verdiği peksimetlere çökelekleri katık edip yemiştik, cepheye yaklaştıkça top sesleri geliyordu. Aklıma Ramazan ayında atılan toplar geldi ve karnımın çok aç olduğunu karnımdan gelen gurultularla hissettim. Onbeş kişiydik aynı yaşlarda birden kendimizi cephede bulduk. Aklımıza korku gelmeden siperlere aldılar bizi ateş etmeyi biliyorduk, bizim oralarda herkes tüfek kullanmayı bilir, iyi atıcıdır. Tozlu arpa çorbası, çeyrek somunla yarı aç yarı tok günlerce siperlerde yattık. Geleni alnının ortasından vuracak kadar iyi atıcıydım, düşmanın pis bedenini kutsal topraklara serdiğim zaman içimi hınç doldurdu. Göğüs göğüse süngü ile savaşacağımız zaman siperlerden çıktık, ayağımda ninemin diktiği çarık vardı, bastığım topraktan ayağıma batan çivi benzeri bir metal canımı yaktı, bedenimi uyuşturdu ve beni kutsal toprağıma serdi, gözlerim usulca kapandı. Komutanın sesini işittim “Dikkat edin Arslanlar’ım, düşman havadan zehirli topuk dikeni atmış! Dikkat edin üzerine basmayın ölürsünüz!” Ben işgal kuvvetlerinin havadan attığı zehirli topuk dikeniyle öldüm. Bu bir savaş suçuymuş aslında fakat onlar zaten ülkemi işgal ederek suç işlemişlerdi. Bir de bizi insan yerine koymadıklarını söyleme cüretini göstermişler. On altı yaşımda binlerce çocuk gibi vatanım İçin öldüm ve destan yazdım. Çanakkale destanı yazıldı, Çanakkale geçilmez oldu düşmana. Kurtuluş Savaşını Unutmayın/unutturmayın bizi ve neden canımızı verdiğimizi. Biz sizler bugün özgür yaşayın diye öldük. Özgürlüğünüzden vazgeçmeyin…