Hani geçtiğimiz gün tarihi yerlerden bahsetmiştim ya işte bu kez geçmişten günümüze kültürün serüvenini ele almak istiyorum.

Tarihin dönüm noktalarından ziyade bir süreçten geçişine değinmek gerekiyor… İlk insanlardan biri olduğunuzu düşünün, temel güdülerin yanı sıra dönemin gereksinimlerini karşılamak zorunda olduğunuzu. Mağaradasınız, elinizde mızrak taş aletler var. Avlanıyorsunuz, giysi teriminden haberiniz olmadan kışın ısınmak için kürkleri örtünmeye başlıyorsunuz. Zaman ilerliyor ve yavaş yavaş kabile kavramı olan topluluklar oluşmaya başlıyor. Orada kabilenizin gerekliliklerini yerine getiriyorsunuz. Bir arada yaşamayı öğreniyorsunuz… Ve zaman ilerleyince bakıyorsunuz ki devlet terimini bilmediğiniz bir sürü insanla birlikte diğer insanların yurtlarını ele geçirmeye başlıyorsunuz ve ülke kavramı çıkıyor sonra da imparatorluk. Kültür kavramı fark ettirmeden yaşama giriyor. Eski Mısır’da yaşadığınızı düşünün asıl. Birçok tanrıya tapınıyorsunuz, her birinin görevi ayrı, siz hangi işinizi yapacaksanız o işi yapan tanrıya ya da tanrıçaya gidip yakarıyorsunuz.

Kedileri kutsal kabul ediyorsunuz ve onlar ölünce ailecek yas halinde kaşlarınızı kazıtıyorsunuz. Şimdi ilginç bir gelenek gibi gelebilir ancak o dönemde o kadar önemliydi ki yas tutarak kedinin kutsallığını kabul ediyordunuz. Hititler için mesela kutsal değildi kedi, onlar Mısırlılar ile savaşırken kedileri yanlarında getirip öldürmekle tehdit edince Mısır ordusu kutsalına zarar gelmesin diye teslim olmuştur. Kültür ve din burada iç içe geçiyor.

Hititlerde yaşasaydınız ana tanrıçanız kesinlikle kedilerden ziyade Kybele olacaktı. Tabii Helen olsaydınız bu Artemis, Roma’da Diana’dır, Türklerde ise Umay Ana’dır. İnançlar zaman içerisinde şekillenir ve değişir o ayrı. Büyük İskender döneminde yaşasaydınız Helen kültürüne maruz kalacaktınız, Luvi halkları bile Helen kültürüne maruz kalmıştı. Onlara zaman içinde Yunan deseler de aslında değillerdi. Gösterişli tapınaklar, tiyatrolar, agoralar, forumlar, meclis binaları, surlar, akropolisin evlerini görecektiniz. Tabii bir de ‘Et Yiyen’ olarak bilinen gösterişli mezarları görecektiniz.

Roma döneminde ise bunların daha büyük ve kalitelisine bakacaktınız, onların yerel tanrılarına tapınacak eskiyi yeniyle harmanlayacaktınız. Hierapolis’te olsaydınız mesela, ölülerinizi ölü evlerine yerleştirdikten sonra onun adına yemekler yiyip onu anacaktınız. Tıpkı günümüzde olduğu gibi. İlerleyen süreçlerde Selçuklularla birlikte eski adetleri yenileriyle harmanlayıp daha farklı bir mimari ortaya koyacaktınız. Osmanlılarla birlikte daha da oturmuş olan bu yeni kültür, eski kültür ile yabancı kültürü birbiri arasında eriterek farklı bir kültürü doğurmuş olacaktı ve siz burada yaşayacaktınız.

 Mesela hasta olduğunuzda pencere kenarınıza hasta olduğunuzu belirten çiçeği yerleştirince o sokaktan geçenler sessiz şekilde gidecekti. Bir eve girerken kadın iseniz küçük tokmak erkek iseniz büyük tokmağa vurarak karşı tarafa hangi cinsiyette olduğunuzu belli edecektiniz. Kapıların boyları kısa olacaktı çünkü eve girince eğilerek girmek o eve ve evdekileri saygılı olmayı temsil ediyordu.

Yine Türkiye’den devam edelim mesela, ilk yıllarda kadınlara verilen haklarla kadınlar kendi bilincine varmış ve çocuklarını bu bilinçle ile büyütmüşlerdir. İlk yıllarda yaşasaydınız çağdaş medeniyetlere adım atmak için okuyup araştırıp yeniden güçlenecektiniz. Günümüze gelindiğinse yeni çağın gerektirdiği özelliklerde yaşasanız da kültürün size getirdiği o alışkanlıklar değişmeyecekti.

Örneğin Doğu toplumlarında (Çin, Kore, Japon, Vietnam ve Türki Devletler gibi) ne kadar gelişmiş olursanız olun eve ayakkabı ile giremezsiniz. Bu Batı toplumların bir kısmında da geçerli, İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya, İzlanda gibi İskandinav ülkelerinde de bunu görürsünüz. Kültür kendini yeniyle harmanlar ve yeni zamanda yaşamaya devam eder.