Son zamanlarda sürekli bir kendim ve zamanla ilgili bir kavgam var.
Sabah kalkıyorum, gün daha ağarmamış bile, ‘daha çok iş halletmeliyim’ diyorum kendime, bir bakıyorum akşam olmuş yine diyorum ‘yahu bu işler niye bitmiyor’ diye. Böyle geçiyor koşuşturmam, yorgunluk falan derken yarış atı gibi koşturuyorum.
Biraz soruyorum kendime benim ne acelem var? Nereye inatla yetişmeye çalışıyorum? Bunları düşünüp duruyorum.
Tabii zamanla barışmak da kolay değil ki öyle küçük küçük adımlarla sağlıyorum, her sabah işe gitmeden önce güzel bir kahvaltı yapıyorum. Çayın sıcaklığını hissediyorum, hava daha karanlık olduğu için bu süreçlerde gün ışığını görünce çıkıyorum evden.
İşte o zaman fark ediyorum ki aslında yaşam da bu, küçük, yalın ancak anlamlı anlar bulunuyor. Geçmişi düşünüp pişmanlık duyduğumuz, geleceği düşünüp kaygılandığımız onca dakika var ki hepsi boşuna biz elimizdekine odaklanıp ‘şimdiyi’ düşünmeliyiz gibime geliyor.
Bir gün kendinizle dost olmayı, kendinizi anlamayı deneyerek zamanın ne denli kendi içinde uyumlu olduğunu göreceksiniz. Derin bir nefes al ve çevrene bak, zamanın içinde saklı güzelliklerini gör, belki de bir güvercin, bir yel sesi belki de bir nefes alış verişin önemli o kadar belli oluyor ki.
Unutmamak gerekiyor ki zaman bizim düşmanımız değil, onunla dost olmamız gerekiyor. Yaşam yalnızca bir koşu değil, ara sıra durup dinlemek gerek…
Zamanın tadını çıkarmak gerekiyor… Kendinizi dost olarak görün…
Unutma, zaman senin düşmanın değil. O, seninle birlikte akıyor. Ne kadar dost olursan onunla, o kadar anlamlı oluyor her şey. Hayat, sadece bir koşu değil. Ara sıra durup dinlenmek gerek.