Yayılmacı, özellikleriyle bugün tüm dünyayı saran Kapitalizmin temelleri 16. Yüzyıla dek uzanmaktadır.  Sanayi devrimi ve 19. Yüzyılda sömürgecilikle iyice büyüyüp semiren kapitalim, liberalizm ile devletlerin müdahalesini de aşarak 20. Yüzyılda en büyük güç haline geldi. Fakat kapitalizm 1929-1930’larda krizle karşılaşınca, liberalizm yeniden gözden geçirildi. Devletlerin müdahalesi ve sosyal hakların öne çıktığı sosyal liberalizm geçerli olmaya başladı.

Bu durum kapitalin uluslararası dolaşımını büyük ölçüde önlemiş ve ulus devletlerin sanayilerini koruma altına almasıyla sermaye dolaşımı engellenmişti. Ayrıca 2. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da genellikle sosyal demokrat partilerin iktidar olması, sosyal hakların genişletilmesine, işçi sınıfının sendikalarda örgütlenerek emek sömürüsü ve ucuz işgücü olanaklarını ortadan kaldırarak güçlü bir sınıf haline gelmesine neden oldu ki; bu durum sermayenin işine gelmiyordu.

1960’lardan itibaren, liberal dünyanın liderliğini de ele geçiren ABD, eski vahşi kapitalizme dönmek için muhafazakarlığa yöneldi ve buna NeoCon, (yeni muhafazakarlık) dedi. Neokonlar, sosyal liberalizm yerine, eski liberalizmi istiyordu. Bunun için de ucuz, örgütsüz ve sömürüye açık bir iş gücüne ihtiyacı vardı.

Bunu sağlamak için ABD ucuz işgücü bulunan ülkelerden işçi göçüne kapılarını açtı. ABD, 1965 yılında çıkardığı göç ve vatandaşlık yasasıyla ucuz iş gücüne kavuşurken Avrupa da aynı yola başvurarak Almanya Türkiye’den, Fransa Kuzey Afrika’dan, İngiltere eski sömürgelerinde çok sayıda işçi getirerek, yerli işçi sınıfının silahlarını (sendikalarını) etkisiz hale getirdi.

Sermaye ayrıca işgücüne bağımlılığı azaltmak için teknolojiden faydalanarak otomasyona ağırlık verdi. Bazı sektörlerde robotlar işçilerin yerini aldı.

Sırada ulus devletlerin korumacı politikalarının kırılması vardı. Ulus devletler malların ve sermayenin serbest dolaşımını engelliyordu. Bu durum ekonomik krize girmelerine ve çıkış için ihracata yönelmelerine neden oluyordu. Fakat ihracatın artması küresel piyasaların genişlemesine bağlı olduğu için sermayenin küreselleşmesini zorunlu kılıyordu.

Sonuçta ulus devletlerde ekonomik krizler yaratmak veya onu krizden çıkarmak liberal dünya için çok basitti. Bu yüzden ulus devletlerin korumacı politikalarını aşmakta zorlanmadıkları gibi bunları bir bakıma yönetimlerine de alarak örgütlü işgücünü dağıtmak, düşük asgari ücretler saptatmak gibi istedikleri her tür kararları ulus devletlere aldırttılar.

Özellikle 1980 sonrası bankacılık, finans, petrol, elektronik gibi dünyanın dev şirketleri arasında birleşmelerin amacı tüm dünya ekonomisini bütünleştirmek ve kapitalizmi tüm dünyaya egemen kılmaktı. Bunun için ticaret ve ekonomik faaliyetlerin, sermaye hareketlerinin devlet denetimden kurtarılması gümrük işlem ve vergilerinin basitleştirilmesi için IMF, DTÖ, OECD, G7, G8, G20, DB gibi devlet üstü kurumlar oluşturdular.

Yine 1980 sonrası devletlerin ekonomiden çekilmesi için özelleştirmeler ve örgütlü iş gücü desteklerinin kırılması, sermayenin özgürleştirilmesi yönünde köklü değişiklikler başladı. O güne dek dünyadaki mevcut ekonomi sistemleri (Kapitalist, sosyalist, komünist veya karma) devletten bağımsızlaşarak politik bir güç olmaya başladı.

Doğaldır ki bunu sağlamak için kapitalist ülkelerin özel bir çaba harcamaları gerekmiştir. Liberalizmin dünyada en büyük savunucuları olan ABD’de Reagan ve İngiltere’de Thatcher işçi sınıfını ezmek ve piyasa ekonomisini yaratmak için özel bir gayret sarf etmişlerdir. Thatcher “Toplum yok birey vardır” diyerek işçi sınıfı ve örgütlü toplumun modasının geçtiğini, sermayenin özgür bırakılması halinde kendi kendini dengeleyeceğini ileri sürerek, işçi sınıfının ortadan kaldırılması ve kapitalizmin dünya hakimiyeti için çalıştı.